Sendika ağalarının “çerçeve”lik ihaneti

Gerçek bir toplu sözleşme düzeni ancak, işçi sınıfının sürece aktif olarak katıldığı, karar mekanizmalarını etkileyebilecek bir güce sahip olduğu koşullarda mümkündür. Bu güç fiilen ortaya konulamadığı sürece, beklentiler ne kadar yüksek olursa olsun, sendikal bürokrasiye bir-iki eylem kararı aldırmanın ve bu kararları kısmen uygulatmanın ötesine geçilememektedir. Dahası, ileriye dönük bir mücadele programına bağlanmamış bu tür eylemler, bir süre sonra işçiyi yormakta ve bordrosuna yansıyacak üç-beş kuruşluk artışı düşünmeye mahkûm etmektedir. Sonuç olarak, sendika ağalarının satışlarına sessizce boyun eğilmesine zemin hazırlamaktadır. Ne yazık ki bugün karşı karşıya olduğumuz tablo budur.

Aylar süren oyalamaların ardından, 600 binin üzerinde kamu işçisini ilgilendiren KÇP (Kamu Çerçeve Protokolü) 2 Ağustos’ta imzalandı. Kamu işçisinin beklentisi çok daha yüksek olmasına rağmen, günlük 1800 TL taban ücret ve birinci altı ay için yüzde 50 zam talebiyle sürece başlayan Türk-İş ve Hak-İş bürokratları; 1400 TL taban ücret ve birinci altı ay için yüzde 24’lük zam oranına imza attılar.

Dahası, ikinci, üçüncü ve dördüncü altı aylık dilimler için gerçekleşen değil, beklenen enflasyon oranını esas alan zam oranlarına imza attılar. Böylece sözleşmeyi satmakla kalmadılar, aynı zamanda iktidarın uyguladığı sefalet programına karşı işçi sınıfının direncini de bir kez daha kırmış oldular.

Kendi hazırladıkları taslakta talep ettikleri rakamların üçte birini bile alamayan sendika bürokratlarının attıkları imzalar, açık birer ihanet imzasıdır. Türk-İş Başkanı Ergün Atalay ile Hak-İş Başkanı Mahmut Arslan’ın imza törenine katılmamalarının ise sembolik bir anlamı dahi yoktur. Bu olsa olsa yıllardır verdikleri hizmetlere rağmen gördükleri muamelenin yarattığı bir hayal kırıklığının dışa vurumu olabilir.

Sürecin başından sonuna kadar yaşananlar Türkiye’de sendikal hak ve özgürlüklerin esamesinin okunmadığının, gerçek anlamda bir toplu sözleşme düzeninin bile bulunmadığının yeni bir kanıtı olmuştur.

Sendikalı ve toplu sözleşmeli bir çalışma yaşamı işçi sınıfı için emeğin korunması mücadelesinin en temel halkasıdır. Olması gerektiği şekilde işleyen bir toplu sözleşme düzeni sadece ekonomik ve sosyal hakları geliştirip güvence altına almaz. Aynı zamanda sermaye sınıfının sömürüyü yoğunlaştırmak için gündeme aldığı saldırı planları karşısında da bir kalkan işlevi görür.

Son KÇP örneğinden hareket edersek, bu planlardan biri ücret zamlarının gerçekleşen değil planlanan enflasyona göre yapılmasıdır. Bu on yıllardır IMF politikaları çerçevesinde ücretleri düşürme saldırısının en önemli halkalarından biridir. Bu adım sene başında asgari ücret belirlenirken bir oldu bittiyle atılmıştır. KÇP ile de kamu işçileri üzerinde de test edilmiş ve ciddiyetsiz bir dayatma eşliğinde sermaye sınıfı adına güvence altına alınmıştır. Dolayısıyla KÇP görüşmelerinin son üç-beş gününe sıkıştırılan ikinci altı aylık zam tartışması sadece beş puanlık bir fark tartışması değildir. Bundan sonra gündeme gelecek toplu sözleşmeleri ve sınıf ilişkilerini belirleyecek önemdedir.

Kamu işçilerinin öfke ve tepkisinin yüksek olduğu bir dönemde gündeme gelen bu saldırı, kamu işçilerinin mücadelesini genelleştirmenin ve sınıfın birleşik mücadelesini güçlendirmenin de önemli bir imkanıydı. Ne var ki, sendika bürokratları saldırı planının kapsamının farkında olmalarına rağmen, bilinçli bir tutumla konuyu yalnızca “beş puanlık bir fark” tartışmasına indirgediler. Sonuçta, günlük 50 TL’lik seyyanen zamla görüntüyü kurtarmaya çalıştılar.

Bu dayatma aynı zamanda devletin sınıfsal kimliğinin de açık bir ilanı oldu. Kapitalist devlet sadece sermaye sınıfının toplam çıkarlarını koruyan bir aygıt değildir. Aynı zamanda o kapitalist düzenin en büyük “işvereni” olarak tam da ona uygun bir şekilde davrandı. 600 bin kamu işçisinin ve 6 milyonu aşkın memurun patronu olarak, tüm hesap kitabını “maliyet”leri düşürmek üzerinden yaptı, halen de öyle yapıyor. Ve bir sorumluluk olarak yerine getirmesi gereken kamu hizmetlerini piyasalaştırırken, işçi maliyetlerini de düşürerek kârını büyütmeye çalışıyor. Oysa daha sene başında asgari ücret zammına gelen eleştirilerin ardından AKP şefi Erdoğan “İşveren daha fazla vermek istiyorsa versin, onların önünü kesen yok. Biz tabanı belirliyoruz.” demişti. Belli ki 600 bin kamu işçisinin “işveren”i olarak onun önünü kesen bir şeyler vardı. Ve o şey yine kendisinin söylediği gibi “devleti anonim şirket gibi yönetmek” niyetinden başka bir şey değildi.

Dahası var. Bir yandan bir kapitalist olarak kamu işçisinin karşısına çıkan devlet, sözde “tarafsız bir güç” olarak elinde tuttuğu grev yasağı silahını kullanmaktan da geri kalmadı. Yine bir gece yarısı çıkarılan bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile maden işçilerinin grevi daha başlamadan yasaklandı.

Kamu işçisine sefalet zammını dayatan, kabul etmezse Yüksek Hakem Kurulu’nun kararına mahkûm kalacağı tehditlerini savuran ve işçinin grev hakkını kullanmasına bile izin vermeden gasp eden mekanizma baştan sona bir sermaye aygıtıdır.

Sonuç olarak Kamu Çerçeve Protokolü 2 Ağustos’ta imzalandı. Şimdi bu protokolü esas alarak iş yeri ve iş kolu düzeyinde 371 ayrı toplu sözleşme sırayla imzalanıyor. Ve yansıyan bilgilere göre, “patron devlet”in icra memuru TÜHİS, kimi iş yerleri ve iş kollarında verdiği sözlerden cayarak, KÇP dayatmasının tavizsiz bir şekilde hayata geçirilmesi için çalışıyor.

Başta savunma işçileri olmak üzere kimi iş yerleri ve iş kollarında halen kamu işçileri KÇP’yi aşan kazanımlar elde etmek için kararlı bir duruş sergilemeye çalışıyorlar. Ama bu duruşun sendikal bürokrasiyi aşan bir düzeye erişebildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil.

Dolayısıyla ortada gerçek bir toplu sözleşme düzeni bulunmamaktadır. Gerçek bir toplu sözleşme düzeni ancak, işçi sınıfının sürece aktif olarak katıldığı, karar mekanizmalarını etkileyebilecek bir güce sahip olduğu koşullarda mümkündür.

Bu güç fiilen ortaya konulamadığı sürece, beklentiler ne kadar yüksek olursa olsun, sendikal bürokrasiye bir-iki eylem kararı aldırmanın ve bu kararları kısmen uygulatmanın ötesine geçilememektedir. Dahası, ileriye dönük bir mücadele programına bağlanmamış bu tür eylemler, bir süre sonra işçiyi yormakta ve bordrosuna yansıyacak üç-beş kuruşluk artışı düşünmeye mahkûm etmektedir. Sonuç olarak, sendika ağalarının satışlarına sessizce boyun eğilmesine zemin hazırlamaktadır. Ne yazık ki bugün karşı karşıya olduğumuz tablo budur.

Bu tabloyu değiştirmek ve gerçek bir toplu sözleşme düzeni inşa etmek için sendikal hak ve özgürlüklere sahip çıkmak, başta kamu işçileri olmak üzere tüm işçi sınıfının önünde duran en temel sorumluluklardan biridir.