Bir kez daha tekrar etmek pahasına söylemek gerekirse, ücret konusunun temel belirleyicisi sınıf mücadelesinin düzeyidir. Bu, asgari ücrette olduğu gibi MESS Grup TİS’lerinde de, Ocak zamlarında da böyledir; böyle yaşanmaya devam edecektir. İşçiler elbette içine itildikleri sefalet koşullarından şikâyet edecek ve buna karşı mücadele edeceklerdir. Asgari koşulların bile fersah fersah uzağında olan bugünkü yaşam koşullarını insani bir düzeye taşımak ise yalnızca daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşullarıyla değil, bu sömürü düzeninin tamamen ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.
Önümüzdeki günlerde burjuva medyanın çok sevdiği tabirle “asgari ücret maratonu” başlayacak. Oyunun kurallarının baştan belli olduğu göstermelik bir komisyon toplanacak ve 2026 yılı için geçerli olacak asgari ücreti belirlemek üzere toplantılar yapacak. Geçtiğimiz yıllardan farklı olarak, bu yıl işçi tarafını temsil ettiği iddia edilen Türk-İş bu toplantılara katılmayacağını açıkladı. Ancak Türk-İş’in bu tutumunun komisyondaki tartışmaları ya da çıkacak sonucu etkilemesi için ortada bir neden bulunmuyor.
Asgari ücretin açıklanmasının ardından ise fabrikalarda ve işyerlerinde ocak ayı zamları ile tartışmalar da hızlanacak. Yine aynı günlerde ülkenin en önemli toplu sözleşme süreci olan MESS Grup TİS’lerinde de gerçekleşecek zam oranlarına ilişkin tartışmaların hızlanacağı görülüyor.
Bu gelişmeler önümüzdeki yaklaşık 8-10 haftalık zaman diliminde işçiler arasında ücretler konusundaki tartışmaların oldukça yoğun geçeceğini gösteriyor. Her zaman önemli bir konu olan ücret gündeminin hayat pahalılığının ve yoksullaşmanın tüm ağırlığıyla hissedildiği bu dönemde daha fazla önem kazanması da gayet doğal. Özellikle de Türkiye gibi asgari ücretin açlık sınırının bile altında kaldığı, yoksulluk sınırının neredeyse dört biri oranında olduğu ve ücretli çalışanların yüzde sekseninin asgari ücret civarında ücret aldığı bir ülkede…
İşçi sınıfının yaşam koşullarının ağırlığı üzerine yaptığı tartışmaların diğer tarafında ise kapitalistlerin küçük hesapları ve algı oyunları bulunuyor. Bugün, bu algı oyunları işçiler arasındaki tartışmaları bastırmanın, beklentileri düşürmenin bir aracı olarak özel bir biçimde ön plana çıkarılıyor. Bilindiği gibi sözde “enflasyonla mücadele programı” işçilerin beklentilerini düşürme girişimlerinin en önemli aracı. IMF politikalarını uygulaması için ekonomi politikasının başına geçirilen Şimşek ve ekibi her fırsatta ücretlerde yaşanacak artışın enflasyonu tetikleyeceği masalını anlatıyor. Oysa kendi bakanlığına bağlı Merkez Bankası’nın raporları bile onun bu iddiasını yalanlıyor. MB raporlarına göre ücretlerde gerçekleşen 10 puanlık bir artışın enflasyona etkisi 1 puanı bile bulmuyor. Dolayısıyla, sorun enflasyonla mücadele için değil kapitalistlerin kâr oranlarını korumak ve artırmak için köpürtülüyor.
Benzer bir tabloyu “ücretlere zam yapılırsa sanayi biter, işsizlik patlar” hikayeleri için de söylemek mümkün. Kapitalistler ücretlere zam yapılması konusu her gündeme geldiğinde “batarız” tehdidini ortaya sürerken, Türk Metal gibi ihanetçi-işbirlikçi sendikalar da bu koroya ortak oluyorlar. Devam eden MESS Grup TİS’lerinde “bu dönem önemli olan işimizi korumak” söylemi bu ihanetçi çete tarafından alttan alta propaganda edilmeye devam ediyor.
Bu tabloya ise piyasaya sürülen kulis dedikoduları ve uluslararası sermaye kuruluşlarının “öngörülerine” dair haberler ekleniyor. Ankara’ya “yakın” gazeteciler ve JP Morgan gibi küresel finansal kuruluşlar asgari ücrete yüzde 20 ile 25 arasında bir zam bekledikleri haberlerini piyasaya sürüyorlar.
Tüm bunlar asgari ücrete ve tabii ki onunla bağlantılı olarak işyerlerinde uygulanacak zam oranlarına ilişkin işçilerin beklentilerini düşürmek, onları mümkün olan en düşük zam oranına ikna edebilmek için yapılıyor. İşçi sınıfını dört bir yandan kuşatarak, bilincini bulandırarak, mücadele eğilimini sakatlayarak teslim almak istiyorlar.
Oysa, söz konusu olan asgari ücret olduğunda taptıkları piyasa ilişkilerinin belirleyici bir rolü olmaması gerekir. Ne de olsa, asgari ücret patronun ne kadar verebileceği, işçinin ne kadara razı olacağı ile ilgili bir konu değil. Bir işçinin ailesi ile birlikte barınma, beslenme gibi en temel insani ihtiyaçlarını karşılaması için zorunlu olan ücret düzeyi. Daha Hammurabi Kanunları’ndan beri sınıflı toplumlarda tarihin hemen her evresinde bu konuda düzenlemeler yapılmış. Bugünkü biçimiyle ise asgari ücret yaklaşık yüz yıllık bir uygulama ve işçi sınıfının kapitalistlerle yürüttüğü sınıf mücadelesinde en önemli kazanımlarından biri.
Belirleyici olan en temel insani ihtiyaçların karşılanmasıysa, bunun kapitalist ilişkiler içinde bile bir pazarlık konusu olmaması gerekir. Sonuçta bu en temel insani gereksinimleri belirleyecek bilimsel standartları oluşturmak mümkündür. Bazılarına göre bu standart yoksulluk sınırıdır. Türk-İş tarafından en son açıklanan verilere göre ise Kasım 2025 için bu rakam 97 bin lira civarındadır. Kapitalistler ve devlet ise bu sınırın bile altında rakamlar belirleyerek işçi sınıfına, “İnsan gibi yaşamak şöyle dursun, yoksul olarak bile yaşamayı hak etmiyorsunuz” demektedir.
Ne var ki, biz kapitalistlerin işçi sınıfının insani koşullarda yaşaması gibi bir kaygısı olmadığını zaten biliyoruz. Kapitalistler işçilere ne kadar az ücret verirlerse, ona ne kadar düşük zam oranlarını kabul ettirebilirlerse o kadar çok kâr elde ediyorlar. Tersinden ise işçiler ne kadar yüksek ücret alırlarsa söz konusu olan asgari yaşam standartlarına o kadar yaklaşabiliyorlar ve bunun bir sonucu olarak kapitalistlerin kâr oranları da azalıyor. Ve her koşulda bu sonuç sınıflar arasındaki güç dengelerinin ve mücadele düzeyinin bir yansıması olarak ortaya çıkıyor.
Bu söylediğimizi rakamların diliyle de ifade etmek mümkün. 1970’li yıllarda asgari ücret Türkiye’de kişi başı GSYH’nın yüzde 80’i civarında bir rakama karşılık geliyordu. Bu oran 12 Eylül askeri faşist darbesi ile keskin bir kırılma yaşadı, yüzde 35’lere kadar geriledi. Son yıllarda ise yüzde 40 ile 45 aralığında bulunuyor. Sözün özü şu ki, AKP şefinin “buzdolabı bile yoktu” dediği yıllarda işçiler yaratılan toplumsal zenginlikten çok daha fazla pay alıyordu. Bugün ise elindeki akıllı telefonlara rağmen yarattığı zenginlikten çok daha az pay alıyor ve o payla en temel insani gereksinimlerini bile karşılayamıyor. Bu tablonun nedeni ise o dönemle bu dönem arasındaki mücadele düzeyinden başka bir şey değil.
Bir kez daha tekrar etmek pahasına söylemek gerekirse, ücret konusunun temel belirleyicisi sınıf mücadelesinin düzeyidir. Bu, asgari ücrette olduğu gibi MESS Grup TİS’lerinde de, Ocak zamlarında da böyledir; böyle yaşanmaya devam edecektir.
İşçiler elbette içine itildikleri sefalet koşullarından şikâyet edecek ve buna karşı mücadele edeceklerdir. Asgari koşulların bile fersah fersah uzağında olan bugünkü yaşam koşullarını insani bir düzeye taşımak ise yalnızca daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşullarıyla değil, bu sömürü düzeninin tamamen ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.
*-*-
“Tarafsız devlet”in tarafı
Efsaneye göre devlet, işçi veya kapitalist ayırt etmeksizin herkesin devletidir. Toplumsal yaşamı düzenlemek için yazılan yasalar da yine hiçbir fark gözetmeden tüm vatandaşların ortak çıkarı için hazırlanır. Oysa gerçekte devlet, ezen sınıfın ezilen sınıf üzerindeki bir baskı ve denetim aygıtından başka bir şey değildir. Yazılan yasaları belirleyen temel etken hâkim sınıfın çıkarlarıdır. Ancak işçi sınıfı ve emekçilerin bu yasalar içindeki hakları, sınıf ilişkileri ve mücadelesinin o günkü düzeyine göre şekillenir.
Hemen her konuda olduğu gibi ücret konusunda da bu tablo geçerlidir. Asgari ücretin Türkiye Cumhuriyeti yasalarında ifade ediliş ve uygulanış biçiminin yıllar içinde yaşadığı değişim bu açıdan oldukça çarpıcıdır.
Asgari ücret, 1936 yılında çıkarılan 3008 Sayılı İş Kanunu’ndan beri hukuksal mevzuatların bir parçasıdır. 3008 sayılı İş Kanunu’nun 32. maddesiyle işçi ücretlerinin en aşağı hadlerinin bir nizamname ile saptanması hükme bağlanmıştır. Ancak bu nizamname (yönetmelik) bir türlü çıkarılamadı ve 25 Ocak 1950 tarihinde 5519 sayılı Kanunla İş Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle asgari ücret tespit yetkisi mahalli komisyonlara bırakıldı. 1951-55 yılları arasında sadece 12 ilde asgari ücret saptanabilmişti.
Ancak 1961 Anayasası ile birlikte ücret konusu net bir şekilde tanımlandı. Anayasa’nın 45. maddesinde “Devlet, çalışanların, yaptıkları işe uygun ve insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlamalarına elverişli adâletli bir ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri alır.” deniyordu. Ne var ki aynı grev hakkında olduğunda gibi ücret konusunda da gerekli düzenlemeler yıllar boyunca yapılmadı. Ancak 1974 yılında bölgesel asgari ücret uygulamasına son verilerek asgari ücretin ulusal düzeyde saptanması uygulamasına geçilebilmişti. Bu ise o dönemde güçlenen sınıf mücadelesinin bir sonucuydu.
12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası’nın bu maddede yaptığı değişiklik ise oldukça çarpıcıdır.
Doğrudan Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden alınan “insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlamalarına elverişli adaletli bir ücret” tanımlaması, 1982 Anayasası’nda ilgili maddeden çıkarılmıştır. Belli ki sermayenin işçi sınıfına dünya çapında yönelttiği saldırı politikalarına uyum sağlamayı hedefleyen cuntacı generallerin, işçi sınıfının insanlık onuruna yakışır yaşam koşullarına sahip olması gibi bir derdi yoktur.
2001 yılında ise yapılan değişiklikle bu maddeye “Asgarî ücretin tespitinde çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da göz önünde bulundurulur.” ibaresi eklenmiştir. Bu bir cümlelik ek hemen ardından uygulanması için AKP’ye teslim edilen ekonomi programın ruhunu da en net şekilde ifade etmektedir. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumu göz önünde bulunduranların yaptığı ve yapacağı kapitalistlerin çıkarı için işçi sınıfına sefalet koşullarını dayatmaktan başka bir şey değildir.



