Askeri Tersane ve Askeri İşyeri İşçileri Sendikası (Aster-İş) 1975-80 yılları arasında milli savunma iş kolunda faaliyet sürdürdü. Aster-İş Basın Yayın Dairesi’nde uzman olarak çalışan Haluk Şensu bu deneyimi kitaplaştırıp sınıf mücadelesine miras bırakmak için adım atan ilk kişiydi. Şensu’nun 2022 yılında hayatını kaybetmesinin ardından Zafer Aydın onun çalışmasını devam ettirerek “Asker değil işçiyiz!” başlığı ile kitaplaştırdı.
Tarih boyunca ordu ile bağlantılı işler tekniğin gelişiminde ve toplumsal ilişkilerin dönüşümünde önemli bir rol oynadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun cılız kapitalizmi için de bu tablo geçerliydi. Tersaneler, silah fabrikaları, dikimhaneler büyük oranda savaşta kullanılacak araç gereçlere yönelik üretim yapıyordu.
1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren ise bu işyerlerinde birçok işçi eylemi gerçekleşti. Eylemlerin büyük çoğunluğu paranın değerini kaybetmesi ve ücretlerin geç ödenmesi ile bağlantılı olarak ekonomik talepli eylemlerdi.
Osmanlı’nın askeri işyerlerinde yaşanan bu eylemlere karşı aldığı dikkat çekici bir önlem ise “İmalat Taburları” oldu. İşçilerin eylemi eşkıyalık olarak değerlendiriliyor, padişahtan askeri kanun hükümlerine göre cezalandırılmaları için ferman isteniyordu. Ayrıca işyerlerinde grevleri önlemek ve grev kırıcılığı yapmak amacıyla askerlerden oluşan taburlar kurulmuştu.
Cumhuriyet döneminde de devletin bu yaklaşımı değişmeden devam etti. Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü’nün kurulmasıyla bu işyerleri tek çatı altında toplanmıştı. 1963 yılında ise, aynı yıl çıkarılan 274 Sayılı Sendikalar Kanunu’na dayanılarak “milli savunma” iş kolu başlığı altında toplandı.
Askeri işyerlerinde çalışma rejimi de bu anlayış çerçevesinde şekilleniyordu. Buralarda çalışan işçiler sivil statüde tanımlanmalarına rağmen disiplin açısından askeri ceza kanunlarına göre “asker kişi” sayılmakta ve işçiler bu kanunlara göre yargılanmaktaydı. Tam anlamıyla askeri disiplinin hüküm sürdüğü işyerlerinde toplu dilekçe bile “isyana teşvik” suçlaması ile karşılanıyordu. İşçiler, patron temsilcisi konumunda bulunan askerler ve üyesi oldukları sendikanın yöneticileri tarafından sürekli olarak “memleket hizmeti görüyorsunuz” baskısı altında tutuluyordu.
İşte Aster-İş, sınıf mücadelesinin yükseldiği 1970’li yıllarda bu özgün çalışma koşulları içinde kuruldu. Türk Harb-İş bürokratları 1975 yılında imzaladıkları ihanet sözleşmesini Kıbrıs çıkarmasını bahane ederek manipüle etmeye çalıştılar. İstanbul’da Taşkızak Tersanesi’nde işçiler denetim için tersaneye gelen amiralin önünü kestiler, sözleşmeden ve sendikadan memnuniyetsizliklerini dile getirdiler. Amiralin cevabı, “Beğenmiyorsanız yeni sendika kurun. Onu da ben mi söyleyeceğim!” oldu.
Bir amiralin çevresini saran işçileri başından savmak için kurduğu bu cümle, çalışma koşullarından ve sendikal ihanetten bunalan işçiler için fitili ateşlemişti. Birkaç gün içinde toplanan yüzlerce imza ile örgütlenmenin ilk adımları atıldı. Türk Harb-İş ağaları ise bugün de hiç yabancı olmayan yöntemlerle işbaşındaydı. Tehditler, rüşvetler, yalanlar birbirini izliyordu. Bu engelleme girişimlerine rağmen Taşkızak’ta atılan adım hızla yayıldı. Aster-İş İstanbul’dan Mersin’e, Gölcük’ten Eskişehir’e kadar askeri işyerlerinde çalışan işçilerin birleştiği bir mevzi haline geldi. İşçiler sadece ekonomik hakları için değil, işyerlerindeki askeri çalışma rejimine karşı da “Asker değil işçiyiz!” sloganı ile tek vücut oldular.
Asker başlangıçta yaşananlar karşısında sessizdi. Ama Aster-İş gelişip güçlendikçe o da gerçek safını göstermekte gecikmedi. Özellikle Aster-İş’in DİSK’e katılmasının ardından hem baskıyla hem Aster-İş için kesilen aidatları sendikaya aylarca gecikmeli ödemek gibi dolambaçlı yollarla tarafını gösterdi. Devlet, yetki mücadelelerinde mahkemeler eliyle hukuksuzluğu örgütlemekten, Aster-İş’i yetkisiz kılma çabasından da geri durmuyordu. Devletin ve Türk Harb-İş’in Aster-İş’in güçlenen etkisini kırmak için kullandığı yöntemlerden bir diğeri ise faşist çetelerdi. Hem farklı yerlerden getirdikleri MHP’lileri işe yerleştiriyor hem de Aster-İş’in örgütlenme çalışmalarına bu çeteler eliyle açık saldırılar düzenliyorlardı.
Tüm baskı ve engellere rağmen Aster-İş’le birlikte askeri işyerlerinde çalışan işçiler dönemin politikleşen işçi hareketinin de bir parçası oldular. Bir yandan işyeri komiteleri ve işçi forumları ile işyerlerindeki örgütlenmelerini derinleştiriyor, diğer yandan dönemin işçi hareketinin önemli eylemlerinin hepsinde aktif roller üstleniyorlardı. Sendika temsilciliklerinde işçi çocuklarına verilen kurslar, kültürel ve sanatsal aktivitelerle ailelerini de mücadelelerinin parçası haline getiriyorlardı.
12 Eylül’le birlikte işçi hareketinin tepesinde sallanan giyotin Aster-İş’i de vurdu. DİSK ile birlikte Aster-İş de kapatıldı, yöneticileri tutuklandı, tüm mal varlığına el konuldu. Askeri işyerlerinde çalışan işçiler için bir kez daha Türk-İş’e bağlı Türk Harb-İş’e üye olmak dışında seçenek kalmamıştı. Ama yaratılan mücadele kültürü ve geleneği, 12 Eylül’ün yarattığı ağır koşullarda bile askeri işyerlerinde yaşamaya devam etti. Bu geleneği taşıyan işçiler bulundukları alanlarda Türk Harb-İş içinde etkili muhalefetler örgütlediler. Bahar Eylemleri gibi 12 Eylül sonrasının etkili işçi eylemlerinde de askeri işyerlerinde çalışan işçiler mücadele birikim ve deneyimleri ile hep ön saflarda oldular. Zira “Asker değil işçiyiz!” sadece bir slogan değildi. Bir sınıf kimliğinin, sınıf tutumunun ifadesiydi.