Sermayenin refahı, işçinin sefaleti

Rakamların da ortaya koyduğu gibi 2026 bütçesi bir rant ve savaş bütçesidir. Gelir dağılımını daha da bozmaktan başka bir işlevi olmayacak olan bu bütçenin işçi ve emekçiler için karşılığı daha fazla yoksulluk, daha fazla işsizlik olacaktır. Bütçeden sermayenin payına rant ve “refah”, işçi ve emekçilerin payına sefalet düşmektedir.

2026 Merkezi Yönetim Bütçesi Taslağı 23 Ekim’de Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz tarafından açıklandı. 30 Ekim’de ise TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlandı. Yani sermaye medyasının çok sevdiği tabirle “bütçe maratonu” başladı. Bu “maraton”da kasım ayı boyunca komisyon görüşmeleri yapılacak, aralık ayında ise bütçe taslağı TBMM Genel Kurulu’na getirilecek ve oylanacak. Ne var ki Genel Kurul’da gelir azaltıcı ya da gider artırıcı değişiklikler yapılması mümkün değil. Meclis komisyonlarının ise milletvekilleri için şov yapma mekânı olmak dışında bir işlevi olmadığını biliyoruz. Durum böyle olunca yaşanacak olan da bir maraton değil, senaryosu önden yazılmış bir piyes oluyor.

Cevdet Yılmaz, bu piyesin sunumunu “bir istikrar ve refah bütçesi” diyerek gerçekleştirdi. Ekonomik istikrarı ve toplumun farklı kesimleri arasında gelir adaletini sağlamak konusunda ne kadar kararlı olduklarının altını çizdi! Bu “kararlılığın” sonuçlarını önceki yıllardan biliyoruz. Milyonlarca işçi ve emekçi hazırlanan bütçelerin gelir kalemlerinde temel kaynak olarak yer alırken harcama kalemlerinde hep uluslararası sermayeye aktarılan faiz ödemeleri, yerli kapitalistlere ve yandaşlara çekilen peşkeşler yer alıyor. Bu yanıyla açıklanan 2026 bütçe taslağının önceki yıllardan bir yaklaşım farklılığı bulunmuyor. Rakamlar güncelleniyor ama bütçenin ruhu ve yapısı olduğu gibi devam ediyor.

Bu durum şaşırtıcı da değil. Zira bütçeler, gelirlerin nereden toplanacağı ve harcamaların nerelere yapılacağını gösteren belgeler olarak sınıfsal tercih ve tutumların dolaysız yansımasıdır. Kapitalist bir ülkede bu tercih ve tutumların yönü ise zaten bellidir. Hele söz konusu ülke Türkiye gibi “IMF’ye borcumuz yok!” efelenmeleri eşliğinde adı konulmamış bir IMF programı uygulayan, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nı bu programın eksiksiz uygulanması için gönüllü bir IMF memuruna emanet eden bir ülke ise…

Ama, biz yine de rakamlara biraz daha yakından bakalım. Kürsülerde emperyalistlere efelenmekten(!), sermayenin kulağını çekmekten(!) geri kalmayan tek adam rejiminin kime hizmet ettiğini, kime düşmanlık yaptığını bir kez daha görelim.

Hazırlanan taslağa göre 2026 yılında bütçe gelirlerinin 16,2 trilyon TL, giderlerinin ise 18,9 trilyon TL olması hedefleniyor. Bu, 2025 yılı bütçesine göre sırasıyla yüzde yüzde 26,5 ve 28,5 oranlarında artış olduğu anlamına geliyor. Gider ve gelir hedefi arasındaki 2,7 trilyon TL ise “bütçe açığı”nı oluşturuyor. Geçtiğimiz yıl bu rakam 2 trilyon TL civarındaydı. Yani bütçe açığı “hedefi”nde yüzde 35’lik bir artış söz konusu. Burada bütçe açığı için ifade edilen rakamın uluslararası sermayeye yapılacak faiz ödemeleri ile hemen hemen aynı düzeyde olduğunun altını çizmek gerekiyor. Yani bütçenin yüzde 14,2’si uluslararası sermayeye “sadece” faiz ödemeleri için kullanılacak. Bu rakamlar tek adam rejiminin efelenmelerinin içinin ne kadar boş olduğu göstermeye yetiyor da artıyor.

Bu rakamlara Kamu-Özel İş birliği projeleri ve çeşitli biçimlerde kapitalistlere doğrudan yapılan ödemeleri ve yine kapitalistlere yönelik vergi muafiyetlerini eklediğimizde bütçede “yaratılan” kaynakların kimler için nasıl kullanıldığı da ortaya çıkmış oluyor. Planlanan vergi muafiyeti, yani devletin toplamaktan vazgeçtiği vergi geliri 3,6 trilyon TL’nin üzerinde. Bunun önemli bir bölümünü ise kapitalistlere getirilen vergi istisnaları oluşturuyor. SGK transferleri adı altında emekli aylıkları için ayrılan kaynak ise 1,8 trilyon TL civarında. Yani, 16 milyon emekli için 1,8 trilyon kaynak ayıran 2026 bütçesi bir avuç kapitaliste 6 trilyonun üzerinde doğrudan kaynak transfer etmeyi planlıyor. Bir de pişkince ağızlarını her açtıklarında emeklinin bütçeye nasıl yük olduğunu anlatmaya devam ediyorlar!

Yine demokrasi ve barışı dillerine dolayanların “savunma ve güvenlik” adı altında savaş harcamalarına ayırdıkları kaynak ise 2,1 trilyon TL’nin üzerinde. Yani 2026 bütçesi de sadece sermayeye aktardığı rant kaynakları ile değil, bir savaş bütçesi olma özelliği ile de yıllardır süren bütçe geleneğini devam ettiriyor.

Tek başına saray için ayrılan bütçe bile 21 milyar TL’nin üzerinde. Yani itibarlarından tasarruf etmeyenler emekçilerden yapılan kesintilerden oluşan bütçe ile günde tam 58 milyon TL harcamayı planlıyorlar. Bu rakam dakikada yaklaşık 40 bin TL’ye denk geliyor. Bir emekçinin bir ay boyunca alın teri ile kazanamadığı paraları sadece bir dakikada gösteriş ve şatafatları için harcayacaklar.

Bütçenin gelir kalemlerine ilişkin yapılan planlamalar ise bir rant ve savaş bütçesi olarak taslağın sınıfsal karakterini tamamlıyor. 16,2 trilyon TL olması öngörülen gelirlerin önemli bir bölümünü doğal olarak vergi gelirleri oluşturuyor. Bu vergi gelirlerinde ise KDV gelirleri 4 trilyon TL, ÖTV gelirleri ise 2,5 trilyon TL ile öne çıkıyor. “Gelirde adalet” masalları anlatanlar bütçe gelirlerinin neredeyse yarısını KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler üzerinden planlarken vergi yükünü de işçi ve emekçilerin üzerine yıkmış oluyorlar. Sadece dolaylı vergiler de değil. Buna ücretli çalışanlardan kesilecek gelir vergisi olarak planlanan 3,5 trilyon TL’yi eklediğimizde bütçe gelirlerinin yüzde 80’den fazlasını işçi ve emekçilerden karşılamayı planladıkları ortaya çıkıyor. Kapitalistlerden toplanan kurumlar vergisinin ise sadece 1,7 trilyon düzeyinde olması öngörülüyor. Oysa vergi muafiyetleri adına vazgeçilen vergi gelirleri arasında sadece Kurumlar Vergisi’nin 768 milyar TL ile önemli bir payı bulunuyor.

Rakamların da ortaya koyduğu gibi 2026 bütçesi bir rant ve savaş bütçesidir. Gelir dağılımını daha da bozmaktan başka bir işlevi olmayacak olan bu bütçenin işçi ve emekçiler için karşılığı daha fazla yoksulluk, daha fazla işsizlik olacaktır. Bütçeden sermayenin payına rant ve “refah”, işçi ve emekçilerin payına sefalet düşmektedir.

Onlar, IMF ve kapitalistlerin direktifleri ile hazırladıkları ekonomik programları ve bütçeleri ile gemiciklerini yüzdürmeye devam etmek isteyebilirler. Ama işçi sınıfı ve emekçiler bu emek düşmanı politikalara ve bütçeye mahkûm değiller. Kaynakların ranta ve savaşa değil, temel kamu hizmetlerine, yani emekçiye ayrıldığı bir bütçe mümkün ve zorunlu. Böyle bir bütçe hazırlamanın yolu ise sermayenin sınıf diktatörlüğüne karşı mücadeleden geçiyor.

*-*-*

Asgari ücretten vergi alınmıyor mu?

Devlet bütçelerinin gelir kalemini önemli oranda vergiler oluşturur. Ve bu vergiler sözde vatandaşların ihtiyaçlarını karşılamak, kamu hizmetlerini yerine getirmek için kullanılır. Sermaye sınıfının ideologlarına göre bu aynı zamanda gelirde adalet sağlamanın ve “sosyal devlet” olmanın bir gereğidir.

Anayasa maddelerine bakılırsa Türkiye Cumhuriyeti de bir “sosyal devlet”tir. Ne var ki Türkiye, dünyada vergi gelirleri arasında dolaylı vergi oranının en yüksek olduğu ülkeler arasında başı çekmektedir. Bu devlet gelirlerinin önemli bir bölümünün geniş emekçi kesimlerden toplandığını gösteren, gelirde ve vergide adaletsizliği ortaya seren önemli bir veridir. Bununla birlikte, Türkiye, aynı zamanda kamu harcamalarının en düşük olduğu ülkeler arasında da önemli bir yere sahip. Yani, Türkiye’de işçi ve emekçiler vergi yükünü sırtlandıkları gibi bunun karşılığı olarak verilmesi gereken hizmetleri de satın almak zorunda bırakılarak bir kez daha soyuluyorlar.

Tablo böyleyken AKP üç yıl önce yaptığı bir düzenleme ile asgari ücreti vergi dışı bıraktı. Daha doğru bir ifade ile ücretlerin asgari ücrete kadar olan bölümünü “vergi istisnası” kapsamına aldı. 2026 bütçe taslağında bu rakam 1,6 trilyon TL civarında. Peki, bu “istisna” gerçekten işçi sınıfının üzerindeki vergi yükünü hafifletmek anlamına mı geliyor?

Açlık sınırının 30 bin TL’ye dayandığı bir ülkede asgari ücretin 22 bin TL olması gerçeğini düşünürsek ortada işçi sınıfının koşullarını iyileştiren bir durum olmadığı görülüyor. Kaldı ki, ücretlerden kesilen gelir vergisi patronların işçiler adına ödemesi gereken bir vergi türü. İşçinin ay sonunda eline geçecek parayı etkilememesi gereken, ama patronların bir maliyet kalemi olarak işçilik ücretinin parçası olarak değerlendirdiği bir tutar. Asgari ücretin açlık sınırının bile fersah fersah altında kaldığını düşünürsek bu muafiyetin kapitalistlerin işçilik maliyetlerini düşürmek dışında bir sonuç üretmediği de kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Ama bu kadar da değil. Ortada bir de devletin bu vazgeçtiği geliri “telafi etmesi” sorunu var doğal olarak. 2026 bütçesi için bu rakamın 1,6 trilyon TL civarında olduğunu söylemiştik. Bu açığın telafi edildiği yer ise bir kez daha dolaylı vergiler oluyor.

Sonuçta işçiye verilen bir “vergi desteği” olarak pazarlanan düzenleme ile hem patronların yükü hafifletilmiş oluyor hem de bu açığı kapatmak için fatura bir kez daha işçi ve emekçilere kesiliyor.

Vergi düzenlemeleri sınıfsal tutum ve tercihlere dayalı düzenlemelerdir. Ve sermayenin vergilendirilmediği, temel kamu hizmetlerinin doğru düzgün verilmediği bir düzende atılan tüm adımlar kapitalistlere kaynak aktarmaktan başka bir sonuç üretmez.