Sendikal mücadele ve “sol hareket”

İşçi sınıfının iktidarını kurma iddiası, sınıf bilincini geliştirmeyi ve işçi sınıfını özneleştirmeyi hedefleyen bir sendikal mücadele anlayışını zorunlu kılar. Ama yaşanan sayısız deneyimden biliyoruz ki, bu anlayışlar elde ettikleri mevzileri kaybetmemek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Bu anlayışların bırakalım işçi sınıfının iktidar mücadelesini güçlendirmesini, güçlü bir sendikal örgütlenme ve mücadelenin önünde bile birer engel haline geldiği açıktır. Bu engeli aşmak ise örgütlü bir sınıf hareketinin inşa edilmesiyle mümkündür.

Ağustos ayının ilk günlerinde DİSK Basın-İş’in dört genel merkez yöneticisi sendikadaki anti-demokratik işleyişi eleştirerek ve sendikanın bir siyasi partinin arka bahçesi haline dönüştürüldüğünü iddia ederek görevlerinden istifa ettiler. Bu olayın üzerinden daha on gün geçmeden, bu kez DİSK’e bağlı Sosyal-İş Ankara Şube üyeleri benzer iddialar ile sendika genel merkezi önünde bir eylem yaptılar. Şube başkanı Aydın Kaplan’ın iki ay süreyle görevden uzaklaştırılmasını protesto ettiler. Aynı Sosyal-İş Sendikası’nda geçtiğimiz Kasım ayında, önce İzmir Şubesi’ne bağlı 100 üyesi bulunan bir işyeri genel merkeze devredilmiş, ardından İzmir Şubesi “üye sayısının yetersizliği” gerekçesiyle kapatılmıştı. O günlerde, alınan bu kararın şube başkanının üyesi olduğu siyasi partiden ayrılmasının ardından gündeme gelmiş olması tartışılmıştı.

Sınıf hareketinin bugünkü bilinç ve örgütlülük düzeyini ve sendikal bürokrasi gerçekliğini düşündüğümüzde, bu yaşananlar ne yazık ki şaşırtıcı değil. Ama şaşırmıyor olmak yaşananları “normal” kabul etmek anlamına da gelmiyor. Zira, sendikal mücadelede bürokrasi tarihin hiçbir evresinde “normal” bir durum olmadı. İşçi sınıfının birliğini parçalayan, bilincini körelten ve aşılmak zorunda olan bir engel oldu her zaman.

Ülkemiz özelinde konuşacak olursak, Türk-İş, Hak-İş ya da DİSK içinde yaşanması da bu gerçeği değiştirmedi. Onlar için işçinin iradesini nasıl güçlendirecekleri, mücadelesini nasıl büyütecekleri değil, kendi koltuklarını nasıl sağlama alacakları önemli oldu. Türk-İş ve Hak-İş’in savunduğu sendikal anlayış için bu doğal bir sonuçtu zaten. Her fırsatta 12 Eylül’le kurulan sendikal düzeni eleştiren, “demokrasi” söyleminden geri durmayan her kademeden DİSK yöneticileri için ise benzeri durumlar ancak bir samimiyet sınavı olabilirdi. Ve onlar da bu samimiyet sınavından hiçbir zaman geçemediler. Kendi koltuklarını sallantıya sokan tüm gelişmelerde 12 Eylül yasalarının kendilerine bahşettiği “hak”ları kullandıklarını düşünmediler bile. Delege pazarlıklarından görevden almalara ve patronlarla iş birliği halinde muhalif işçileri işten attırmaya kadar, burjuva siyasetinin her türlü kirli yöntemini ustalıkla kullandılar. Üyelerinin iradesine değil sermaye düzeninin yasalarına ve hatta yeri geldiğinde mahkemelerine bel bağladılar.

Ama, bu yazıya vesile olan aktardığımız olaylar sendikal bürokrasiye dair sıkça tartıştığımız gerçeklerin ötesinde bir anlam da taşıyorlar. Bu olaylar, aidat simsarlığı ve burjuva siyaset arenasına sıçrama imkanlarının zayıf olduğu DİSK’in “küçük” sendikalarında yaşanıyor. Hatta olayların tarafları, yeri geldiğinde DİSK’e hâkim bürokratik çizgiyi de eleştiren, işçi sınıfının iktidar mücadelesini savunduklarını iddia eden, sendikal mevzileri de bu amaçla değerlendirdiklerini söyleyen “örgütlü” sendikal kadrolar!

Bu gerçek ise bizi bir kez daha işçi sınıfının iktidar mücadelesinin temsilcisi olma iddiasında olan siyasal güçlerin sendikal mücadeleyi kavrayış biçimlerini sorgulamak zorunda bırakıyor. Ve ne yazık ki bu sorgulamanın sonuçlarına da yabancı değiliz.

Türkiye sol hareketinin ezici bir çoğunluğu tarihi boyunca işçi sınıfı ile ilişkisini sahip olduğu sendikal mevziler üzerinden değerlendirdi. İşçi sınıfına karşı görevlerini bu sığlıkta ele aldı. Bunun bir sonucu olarak sendikal mücadele alanı, işçi sınıfının bilincini geliştirip mücadelesini örgütleyeceği bir görev alanına değil, onun üzerinde hakimiyet kuracağı bir mevzi savaşına döndü. Son örneklerde de karşımıza çıkan bu tablo, bu anlayışların işçi sınıfının devrimci ideolojisine uzaklığının doğal bir sonucu olarak yaşandı.

Zira, işçi sınıfının iktidarını kurma iddiası, sınıf bilincini geliştirmeyi ve işçi sınıfını özneleştirmeyi hedefleyen bir sendikal mücadele anlayışını zorunlu kılar. Ama yaşanan sayısız deneyimden biliyoruz ki, bu anlayışlar elde ettikleri mevzileri kaybetmemek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Bu anlayışların bırakalım işçi sınıfının iktidar mücadelesini güçlendirmesini, güçlü bir sendikal örgütlenme ve mücadelenin önünde bile birer engel haline geldiği açıktır. Bu engeli aşmak ise örgütlü bir sınıf hareketinin inşa edilmesiyle mümkündür.