Asgari değil insanca bir yaşam!

“Başlayan asgari ücret süreci ve onu takip edecek yıllık zam dönemi, işçi sınıfı ve emekçilerin birliğini ve örgütlülüğünü güçlendirmek için önemli fırsatlar sunuyor. Bu fırsatları değerlendirmek, sınıf içi örgütlülüğü güçlendirmek, farklı mücadele arayışlarını yan yana getirmek ve tüm çabayı krizin faturasını reddeden ortak bir hat üzerinde birleştirmek önümüzdeki görevlerdir.”

Milyonlarca ücretliyi ve ailelerini ilgilendiren asgari ücret görüşmeleri başlıyor. Aralık ayı boyunca sürmesi beklenen göstermelik bir tiyatronun ardından 2026 yılı asgari ücreti açıklanacak. Bu ücret yalnız asgari ücretle çalışan milyonlarca işçinin ve ailesinin yaşam şartlarını doğrudan etkilemeyecek, aynı zamanda süregiden toplu sözleşme süreçleri ve ocak ayındaki yıllık zamlar için de belirleyici olacak.

Genel planda bakıldığında, asgari ücret işçi sınıfının uzun yıllara varan mücadeleleriyle kazanılmış bir haktır. “İşçi ücretlerinin altına düşürülmeyecek bir asgari taban” belirlenmesi talebi 1800’lü yılların ortalarından itibaren işçi hareketi ve sosyalist hareket tarafından savunulmuştur. İlk uygulamaları ise 1900’lü yılların başında bazı ülkelerde görünmüştür. Asgari ücret uygulamasının tam olarak gerçekleştiği ülke 1917 Sovyet Rusya’sı olmuştur. Hemen devrimin ikinci günü yayınlanan kararnameyle 8 saatlik iş günü ve asgari ücret uygulamasına geçilmiş, ardından özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde dünyanın geri kalanında hızla yayılmaya başlamıştır.

İlerleyen yıllarda kapitalizmin refah döneminde Avrupa ve Amerika’da belli ölçülerde önemini yitirmiş ama işçinin ücretinin altına çekilemeyeceği bir yasal sınır olarak “asgari geçim ücreti” mantığı varlığını sürdürmüştür. Ancak bizim gibi işçi sınıfının örgütlülük ve mücadele düzeyinin gerilediği ülkelerde asgari ücret geniş emekçi kesimleri açlığa mahkûm eden bir mekanizmaya dönüştürülmüştür.

Bugünün Türkiye’sinde asgari ücret, milyonları açlık ve yoksulluğa mahkûm etmenin ve diğer tüm ücretleri geriye çekmenin en temel araçlarından biridir. Dahası, istisna olarak uygulanması gereken bu ücret artık ortalama işçi ücreti hâline gelmiştir. Türkiye’de işçilerin neredeyse yarısı doğrudan asgari ücretle çalışmakta, önemli bir kısmı ise asgari ücretin hemen üstünde bir gelirle yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır.

Bunda AKP iktidarının “ücretler yükselirse enflasyon da yükselir” yalanıyla savunduğu düşük ücret politikası rol oynasa da, esas neden iktidar ve sermaye sınıfının krizin bütün faturasını işçi ve emekçilere yıkma politikasıdır. Bu politika kapsamında, emek gücünün değerini mümkün olduğunca düşürmek öncelikli bir yöntemdir. Bu yüzden kapitalizmin kendi mantığına bile bazı aykırılıklar taşımasına rağmen, asgari ücret açlık sınırının altında kalmaktadır.

Bugün işçi sınıfı refah seviyesini korumaktan ziyade, fiziksel açlık ve yoksullukla baş edebilmekle uğraşıyor. Bu durum, sermaye sınıfının ortak aklı olan devletin, bir yandan krizi atlatmak için sermayeye bol kaynak aktarırken, milyonlarca işçi ve emekçiyi açlığa mahkûm ettiğini gösteriyor.

Tüm bu tablo, asgari ücret mücadelesinin önemini ve yaşanabilir bir ücret için mücadelenin doğru ele alınmasının gerekliliğini ortaya koyuyor. Mevcut geri koşullar ile sınırlı sendikal ve siyasal örgütlenme düzeyi, işçi hareketinin sürece etkin müdahalesini zorlaştırıyor. Ancak sorun yalnızca bu değil. Açlık sınırının 30 bin, yoksulluk sınırının 90 bin lira olduğu Türkiye’de, 30 bin liralık bir asgari ücret ihtimali bile birçok işçi tarafından kabulleniliyor. Bu, geniş işçi kesimlerindeki teslimiyet eğilimini yansıtıyor. Oysa işçi sınıfının karşı karşıya olduğu seçenek ya açlık ya da mücadeledir.

Önce bu acı gerçeğin farkına varılmalı, ardından asgari ücret mücadelesi doğru biçimde ele alınmalıdır. Ücretlerin artırılmasını ve asgari ücretin insanca yaşanabilir bir seviyeye çıkarılmasını talep etmek elbette gereklidir.

Ancak bunu sağlamak, bütünlüklü bir biçimde sürdürülen ekonomik programı ve bu programı zorunlu kılan kapitalist sömürü düzenini hedeflemeyi gerektirir. Asgari ücret mücadelesi yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir mücadeledir. Süregiden kavganın, krizin faturasını hangi sınıfın ödeyeceği sorunundan kaynaklandığı anlaşılmadan ve buna uygun bir tutum geliştirilmeden, işçi sınıfının ne sefalet ücretlerinden ne de insanlık dışı çalışma ve yaşam koşullarından kurtulma şansı vardır.

Başlayan asgari ücret süreci ve onu takip edecek yıllık zam dönemi, işçi sınıfı ve emekçilerin birliğini ve örgütlülüğünü güçlendirmek için önemli fırsatlar sunuyor. Bu fırsatları değerlendirmek, sınıf içi örgütlülüğü güçlendirmek, farklı mücadele arayışlarını yan yana getirmek ve tüm çabayı krizin faturasını reddeden ortak bir hat üzerinde birleştirmek önümüzdeki görevlerdir.