Baskı, sömürü ve rant üzerine kurulu bu düzenin siyasetinde riyakârlık ve çıkar ilişkilerine boyun eğme düzenin mayasından gelmektedir. Vaatler ve söylemler gibi ilkeler, programlar, yasalar ve işleyişler de işçi emekçileri aldatmak dışında bir anlam ifade etmez. Bu aldanmadan kurtulmanın yolu, işçi sınıfının bu oyunun dışına çıkarak kendi siyasetini inşa etmesinden geçiyor.
Saray iktidarı, toplumsal yaşamı baskı ve zorbalıkla kontrol altına almaya çalışırken, kendisine muhalif partileri de denklem dışı bırakmayı hedefliyor. Bu sırada yaşanan gelişmeler, burjuva siyasetinin çürümüş doğasını daha da görünür hâle getiriyor. Ülkenin siyasetini temel olarak bu çürümüşlük belirliyor. Gündelik yaşamda ise işçi ve emekçiler yine bu çürümüşlüğün ürünü gündemlerle bölünerek taraflaşıyorlar. Bu taraflaşma kuşkusuz bugüne özgü bir şey değil; sermaye düzeninin geniş işçi-emekçi kitlelerin bilincinde yol açtığı yanılsamaların sonucu.
Birçok işçiye göre siyaset yalnızca siyasetçilerin işidir. İşçi ve emekçiler ise belirli dönemlerde sandığa giderek “siyasal görevlerini” yerine getirir ve ülkeyi kimin yöneteceğine “karar verir.” “Demokrasi” ve “halkın kendi kendini yönetmesi” bundan ibarettir.
Bu algı ve yaklaşımın sonucu çoğu kez gelenin gideni aratmasıdır; simalar değişir ama sorunlar aynı kalır.
Sömürü düzeninin bekası, kitlelerin sömürü düzenine bağlanması üzerine kuruludur. Çürümüşlüğü ortaya çıkanlar teşhir olur ve değişir; bir gecede parti değiştirenler, dün söylediklerini unutanlar, birbirinin ayağını kaydıranlar ve para-rantı yaşam ideali hâline getirenler, gerekli olursa sahnedeki yerlerini terk ederler. Burjuva siyaset ise sahneyi yenilerle doldurulmaya devam eder.
İşçi ve emekçi kitleler, kapitalist düzenin yarattığı ağır çalışma ve yaşam koşullarından, yoksulluk ve sefaletten kurtulmak ister. Ancak mücadele iradesi ve örgütlülüğü zayıf olduğunda, hep bir “kurtarıcı” beklentisi oluşur. Çürümüş düzenin siyaset sahnesinde değişen yeni yüzler, kurtuluş umudu olarak görülür, teşhir edilip ıskartaya çıkarılanların yerine gelenler, tutunacak dal sanılır.
Özal mı, Demirel mi, Ecevit mi tartışması, dünün siyasetini ve geniş emekçi kitlelerin bilincini belirliyordu, bugün Erdoğan mı, İmamoğlu mu tartışmaları öne çıkıyor. Kılıçdaroğlu bir dönem “umut” olarak görülürken, şimdilerde Özgür Özel “hepimizi kurtaracak” adımlar atıyor. Kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayanlar için dün Erbakan vardı, bugün ise dinsel ve kültürel yaklaşımlarını iktidara taşımış Erdoğan var.
Cumhuriyet tarihi boyunca iktidarda hangi parti olursa olsun, işçi haklarına ve örgütlenmesine düşman adımlar attığı çabuk unutuluyor. Bitmeyen IMF reçeteleri, kemer sıkma politikaları ve kölece çalışma koşulları, partiler değişse de devam ediyor. Kapitalist sömürü düzeninin çarkları dönüyor ve işçi-emekçilerin yarattığı zenginlik bir avuç sermayedar tarafından paylaşılmaya devam ediyor. Burjuva siyaset ise sermayedarların çıkar ve ihtiyaçlarına göre toplumu dizayn etmeye devam ediyor.
Bugün burjuva siyaset, hiç olmadığı kadar çürümüş durumda ve kendisiyle birlikte toplumu da çürütüyor. Dün kahraman ve kurtarıcı olarak sunulanlar, bugün hain ilan ediliyor. Dün ortaya koydukları söylemleri bugün arsızca terk edenler herkesin gözü önünde yollarına devam ediyor. “Kimler kimlerle birlikte” lafı her türden siyasetçi için kullanabilir hâle geliyor. İşçi emekçilere ise şaşırmak kalıyor. Oysaki bu tabloda şaşılacak bir şey bulunmuyor.
Bu kişilerden ve kimliklerden öte, bu çürümüş çarkın ürünü bir sonuç… Baskı, sömürü ve rant üzerine kurulu bu düzenin siyasetinde riyakârlık ve çıkar ilişkilerine boyun eğme düzenin mayasından gelmektedir. Vaatler ve söylemler gibi ilkeler, programlar, yasalar ve işleyişler de işçi emekçileri aldatmak dışında bir anlam ifade etmez. Bu aldanmadan kurtulmanın yolu, işçi sınıfının bu oyunun dışına çıkarak kendi siyasetini inşa etmesinden geçiyor.