İlk günden beri işçi sınıfının ve grev hakkının düşmanı olan Türkiye burjuvazisi, AKP dönemi ile birlikte istediği despotik emek rejimi uygulamalarını tüm pervasızlığı ile hayata geçirmeyi başarmıştır. Bu pervasız düşmanlık karşısında grev hakkını savunmanın yolu bir kez daha, grev hakkına sahip çıkmaktan, tüm baskı ve engellemelere rağmen bu hakkı kullanmaktan geçiyor.
Grev yasakları 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi ile yolu düzlenen neoliberal saldırı politikalarının özel bir parçasını oluşturuyor. AKP hükümetlerinin de en kararlı uygulayıcısı olduğu bu politikalar, örgütlü emeğin baskı altına alınarak güçten düşürülmesine dayanıyor.
Ancak Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfına düşmanlığı ve grev korkusu çok daha öncesine dayanıyor.
Daha Cumhuriyet kurulmadan önce grevleri önlemeye dönük yapılan ilk düzenleme 1845 tarihli Polis Nizamnamesi’dir. Bu belgenin işçilerin örgütlenme ve eylemleri konusunda polislere tanıdığı haklar dikkat çekicidir. Nizamnane’nin 12. Madde’sine göre, “işini bırakarak greve gitmeyi amaçlayan işçilerin dernek ve toplulukları ile buna benzer kamu düzenini bozucu fitne, fesat derneklerini ortadan kaldırmak ve yok etmek, böylelikle ihtilalin önünü almak için devamlı suretle uğraşmak ve çaba harcamak”, polisin görevleri arasındadır.
İkinci Meşrutiyet’in ardından iki buçuk aylık süreçte onbinlerce işçi sendikal örgütlenmeye yönelmiş ve grevlere başvurmuştur. 1909 yılında çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu ile grev hakkına yasal sınırlamalar getirilmiş ve “zorunlu uzlaşma” yolu açılmıştır.
Tatil-i Eşgal Kanunu aynı zamanda Cumhuriyet sonrası dönemin de işçi sınıfına ve grev hakkına yaklaşımının ruhunu oluşturmaktadır.
Cumhuriyetin kuruluşunun ardından yapılan ilk düzenleme ise 1936 yılında çıkarılan 3008 sayılı yasadır. Sendikal örgütlenmeye ilişkin hiçbir düzenleme yapmayan bu yasa grev hakkını yasaklamış, dahası bununla da yetinmeyerek greve çıkan işçileri cezalandırmayı esas almıştır.
‘50’li yıllarda yoğunlaşmaya başlayan işçi eylemlerinin ardından grev hakkı hazırlanan 1961 Anayasası’nda yer alsa da, sermaye sınıfının yoğun baskısıyla bu hakkı düzenleyen yasaların hazırlanması ısrarla ötelenmiştir. Ancak Kavel işçilerinin kararlı mücadelesinin ardından grev hakkı sermaye devletinin yasalarında kendisine yer bulabilmiştir.
‘60’lı ve ‘70’li yıllar boyunca grev hakkını yasal olarak tanımak zorunda kalan sermaye devleti, bu sefer de baskı ve şiddetle işçi sınıfının ve grev hakkının karşısına dikilmiştir. Grev yasaklarının yanı sıra bu dönemde gerçekleşen yüzlerce grevde sermaye devleti kolluk güçleriyle doğrudan işçi sınıfının karşısına çıkmıştır. 12 Eylül’e kadar uzanan bu dönemde, sadece 8 aylık 6. Demirel Hükümeti (12 Kasım1979-12 Eylül 1980) döneminde, “erteleme” adı altında 75 grev yasaklanmıştır.
12 Eylül darbesinin ardından, 2821 ve 2822 sayılı yasalarla, TİS süreçlerinde uyuşmazlık aşamasının ardından bin türlü kısıtlama ile yapılabilen grevler dışındaki tüm grevler “kanun dışı” grev olarak tanımlanmıştır. AKP döneminde çıkarılan 5336 sayılı yasa ve çeşitli kararnameler ile de bu tutum pekiştirilmiş, grev yasaklarının kapsamı genişletilmiştir.
İlk günden beri işçi sınıfının ve grev hakkının düşmanı olan Türkiye burjuvazisi, AKP dönemi ile birlikte istediği despotik emek rejimi uygulamalarını tüm pervasızlığı ile hayata geçirmeyi başarmıştır. Bu pervasız düşmanlık karşısında grev hakkını savunmanın yolu bir kez daha, grev hakkına sahip çıkmaktan, tüm baskı ve engellemelere rağmen bu hakkı kullanmaktan geçiyor.