Yeniden grev! Yeniden grev hakkı!

“2022’ye grevlerin gücü ile giren işçi sınıfı, yılı da Bekaert işçilerinin tek adam rejiminin grev yasağına meydan okuyarak gerçekleştirdiği grevi kazanımla sonuçlandırarak kapattı. Grev hakkını grev yaparak kazanan Türkiye işçi sınıfı bu hakkına yine grevlerle sahip çıkabilir!”

Bekaert işçilerinin 13 Aralık günü başlayan, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yasaklanmasına rağmen kararlılıkla devam eden grevi 18. günde anlaşma ile sonuçlandı. Bu grev, grev hakkının önemini ve bu hakkın nasıl savunulması gerektiğini bir kez daha gösterdi.

Grev sınıf mücadelesinin en önemli araçlarından biridir. Grev hakkından mahrum bir işçi sınıfının haklarını gereğince koruyup geliştirebileceği düşünülemez.

Türkiye’de 12 Eylül ile tohumları ekilen, AKP eliyle zirve noktasına taşınan despotik emek rejimi, en yalın haliyle şu tablo üzerinden anlaşılabilir. 2021 yılında “kanuni grev”e çıkan işçi sayısı yalnızca 519’dur. Kayıtlı işçi sayısına göre bu rakam, her 100 bin işçiden ancak üç işçinin greve çıktığı anlamına gelmektedir. 12 Eylül’ün ardından ilk grevlerin yaşandığı 1984 yılında bile bu rakam 100 binde 22’dir. Daha da geriye gittiğimizde ise, ilk grev yasasının çıktığı 1963 yılında her 100 bin işçiden 213’ünün greve çıktığını görüyoruz.

Bugünkü durumun hiç de AKP şefi Erdoğan’ın söylediği gibi, “Grev olmuyorsa demek ki işçinin hakkı veriliyordur!” biçiminde yorumlanamayacağı açık. Zaten bunu nasıl başardıklarını da, zamanında kapitalist patronlara yaptığı konuşmada tüm açıklığıyla dile getiriyordu. OHAL uygulamalarını överken şunları söylüyordu bu emek düşmanı: “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın, diye yapıyoruz. … grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i…”

Bu tablo herşeyden önce grev hakkının yasal düzenlemelerle cendere altına alınmasıyla bağlantılıdır. 12 Eylül’le birlikte Türkiye’de grev hakkı sadece toplu iş sözleşmelerinde uyuşmazlık aşamasının ardından, yine birçok kısıtlayıcı koşul altında kullanılabiliyor. Resmi istatistiklere göre, sendikalaşma oranının %12-13’lerde seyrettiği, işyeri ve meslek sendikalarının yasaklandığı Türkiye’de, toplu sözleşme hakkına sahip işçi sayısı toplam işçi sayısının ancak %7’sine ulaşıyor. Yani işçi sınıfının ezici bir çoğunluğunun yasal olarak grev hakkı doğrudan gasp edilmiş durumda.

Oysa işçi sınıfının üretimden gelen gücünün simgesi olan grev hakkının toplu sözleşme sürecinin basit bir uzantısı olarak ele alınması kabul edilemez bir durumdur. Hak grevinden dayanışma grevine ve genel greve kadar, tek tek işyerleri düzeyinde ve ülke çapında işçi sınıfı ancak üretimden gelen gücünü kullanarak haklarını koruyup geliştirebilir.

İşçi sınıfının elinden en temel hakkını böyle hoyratça söküp almak açık bir sınıfsal tutumdur. Yani bu yasaların yapıcıları ve uygulayıcıları, yani devlet, işçi sınıfının karşısında ve sermaye sınıfının hizmetindedir. Sözde 12 Eylül ile hesaplaşan AKP’nin işçi sınıfının grev hakkına ilişkin bu düzenlemelere dört elle sarılması, dahası bu yasakçı düzenlemeleri daha da arttırması, onun da kimin hizmetinde olduğunun bir başka göstergesidir.

Devletin sınıf mücadelesinde kimin safında olduğunu gösteren en çarpıcı uygulama grev yasaklarıdır. Bu tutum açık bir sınıfsal ve ideolojik tercihin ürünüdür. Devletin işçi sınıfının grev hakkına yaklaşımını en çarpıcı bir biçimde, 1950 yılında dönemin Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes şöyle özetlemişti: “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim!” İşte bu anlayış o günden beri güdükleştirilmiş grev hakkını bile “erteleme” adı altında grev yasakları ile gasp ediyor.

Bu pervasız tutum AKP döneminde ise en uç noktasına varmıştır. AKP’nin 20 yıllık iktidarı boyunca greve çıkan işçi sayısı 87 binde kalırken, grevi yasaklanan işçi sayısı ise 194 bin civarındadır. Ve aynı AKP iktidarı artık grev yasaklarını “milli güvenlik” bahanesi arkasına saklamaya bile ihtiyaç duymuyor. OHAL döneminde çıkarılan bir kararname ile toplu ulaşım ve bankacılık hizmetleri de grev yasağı kapsamına alındı. Uygulamaya sokulan “grev erteleme” kararlarının gerekçesinde ise, “milli ekonomiye zarar verecek her girişimin milli güvenliğe zarar verdiği” söyleniyor. Böylece sermayenin güvenliğinden başka bir dertleri olmadığı itiraf ediliyor.
Ne var ki işçi sınıfının grev hakkını kullanmasının önündeki tek engel sermaye ve devletinin yasaları ve yasakları değildir. 12 Eylül’den bugüne “Bu yasalarla grev yapılmaz!” diye diye işçi sınıfının elindeki silahı sermayeye teslim eden sendikal bürokrasi de ortaya çıkan bu tablonun sorumluları arasındadır. Toplu sözleşme süreçlerine sıkışmış grevlerle, grevleri fabrika önüne iki grev gözcüsü oturtmaktan ibaret gören anlayışıyla ve her grev yasağını sineye çeken tutumuyla, onlar da en az burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri kadar suçludurlar.

Ama bu karanlık tabloya rağmen işçi sınıfı grev hakkına sahip çıkmaya devam ediyor. Hem de yeri geldiğinde her türlü yasal kuşatmaya ve yasaklara rağmen…

Geçtiğimiz yılın sadece ilk iki ayında ücret artışı talebi ile 108 grev gerçekleşti ve bunlardan sadece bir tanesi yasal grevdi. Sendikacıların “prosedüre uygun” grevleri çoğu durumda aylarca hiçbir sonuç almadan erir giderken, bu 108 grev ortalama üçer gün sürdü ve yarısından çoğunda greve çıkan işçiler taleplerini elde ederek işbaşı yaptılar.

2022’ye grevlerin gücü ile giren işçi sınıfı, yılı da Bekaert işçilerinin tek adam rejiminin grev yasağına meydan okuyarak gerçekleştirdiği grevi kazanımla sonuçlandırarak kapattı. Grev hakkını grev yaparak kazanan Türkiye işçi sınıfı bu hakkına yine grevlerle sahip çıkabilir!