İnsani yardımların bile ticaretini yapan bu anlayışın tek başına liyakatsizlik ile açıklanamayacağı açık. Deprem bölgesinde yağmacı arayanlar, yağma korkusu ile toplumu terörize etmeye yeltenenler önce Kızılay’a bakmalıdır. Asıl yağma, bu utanmazlıkta sınır tanımayanların yaptıklarıdır. Hesabını sormak ise boynumuzun borcudur.
AKP şefi Erdoğan “devleti şirket gibi yönetmek” istediğini ilk kez 2015’te Balıkesir Ekonomi Ödülleri’nde yaptığı konuşmada ortaya koymuştu. Bu heves neo-liberal popülizmin bir gereği olsa da, böyle ifade edilmesi yine de tepki çekmişti. Erdoğan daha sonra da bu niyetini açıkça ifade etmekten geri durmadı. 2018 seçimlerine hazırlanırken bu söylem oldukça yoğun kullanıldı. Tek adam rejiminin gerekçesi olan “devleti jet hızı ile yönetme” fikri üzerinden de bu bakış açısı hep dillendirildi. Kuşkusuz bugüne kadar bu yaklaşımın sonucu çok fazla örnek yaşadık. Ama hiçbiri deprem felaketinin ortaya çıkardığı gerçekler kadar çarpıcı olmadı.
Evet, Kızılay’dan bahsediyoruz. Doğrudan bir kamu kurumu olmasa da “kamu yararına dernek statüsü”nde olan, doğal afetlerde kamunun yardım işlerini organize etme sorumluluğu da bulunan Kızılay’dan…
Kızılay üzerine ilk tartışmalar Haluk Levent’in AHBAP Derneği’ne çadır satışı yaptığının ortaya çıkması ile gündeme geldi. İşi kamusal yardımları organize etmek olan bir dernek, ortada bu denli ağır bir yıkım varken elindeki malzemelerle hızla afet bölgesine ulaşmak yerine başka bir yardım derneğine malzemelerin satışı ile ilgileniyordu. AHBAP üzerinden fırtınalar koparanlar, bu çarpıcı gerçeği, Kızılay’ın bir kamu kurumu olmadığını söyleyerek geçiştirmeye çalıştılar. Ama kazıdıkça çıkıyordu. Önce çadır satışı yapılan tek kurumun AHBAP olmadığı ortaya çıktı. Kızılay deprem bölgesine 60 bin civarında çadır gönderdiğini söylüyordu ama bunların kaçının satıldığı, kaçının yardım olarak gönderildiğine ilişkin bir bilgi yoktu ortada. Dünyanın dört bir yanından gelen yardımların da bu sayıya dahil olup olmadığı bilinmiyordu. Örneğin sadece Çin 20 bin çadır göndermişti yaşanan felaketin ardından; ama öyle anlaşılıyor ki Kızılay gelen bu yardımların ve “satış”ların hepsini kendi yardımı gibi hanesine yazmakla meşguldü.
Ardından “satılan”ın tek başına çadır olmadığı anlaşıldı. Kuru gıda konserveleri, hatta yardım olarak toplanan ikinci el giysileri bile satıyordu Kızılay. Daha da gerilere gidildiğinde, Kızılay’ın yapılan kan bağışlarını bile hastanelere sattığını öğrendik. Son olarak, battaniye alınması için gönderilen uluslararası yardımın akıbetine ilişkin hiçbir bilgi ve belge yok ortada…
Neresinden tutsanız elinizde kalıyor, tam bir kepazelik yaşanıyor. Durmadan telefonlara attığı mesajlarla IBAN numaraları dağıtıp bağış isteyen, internette yapılan her türlü resmi işlemde ilk olarak bağış yapmak üzere yönlendirilen Kızılay gerçeği bu…
Ama hiç de öyle “kamu kurumu” değil diyerek AKP’lilerin içinden sıyrılabileceği bir suç dosyası değil bu. Şirket gibi yönetilen devletin şirket gibi yönetilen sözde bir “yardım kuruluşu” gerçeğidir karşımızda duran. Önce elindeki sanayi kuruluşlarını satan, ardından temel sorumluluğu olan kamu hizmetlerini piyasaya açan neo-liberal devlet, artık insani yardımların da ticaretini yapıyor. Olan budur. Satılan sadece yardım malzemeleri de değil, günlerce yardım bekleyen binlerce, onbinlerce insanın yaşam umududur.
İnsani yardımların bile ticaretini yapan bu anlayışın tek başına liyakatsizlik ile açıklanamayacağı açık. Deprem bölgesinde yağmacı arayanlar, yağma korkusu ile toplumu terörize etmeye yeltenenler önce Kızılay’a bakmalıdır. Asıl yağma, bu utanmazlıkta sınır tanımayanların yaptıklarıdır. Hesabını sormak ise boynumuzun borcudur.