Çöken sadece AKP’nin tek adamcı, yandaşçı, gerici yönetim sistemi değildir. Çökmekte olan neo-liberal politikaların kendisidir. Bu yıkımdan kurtulmanın yolu ise onun köküne kibrit suyu dökmekten, burjuvazinin sınıf iktidarını yıkmaktan geçiyor.
Emperyalist kapitalizm krizine çıkış arayışı olarak gündeme gelen neo-liberalizm, 1970’li yılların ikinci yarısından itibarın geniş bir uygulama alanı buldu. Kapitalist sistem derinleşen krizini; eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel hizmetleri piyasalaştırarak, devletin elinde bulunan KİT’leri özelleştirerek aşmaya yöneldi. Bu politikaların diğer bir ayağını ise emeğin disiplin altına alınması, emek örgütleri ile sendikalarının işlevsiz hale getirilmesi oluşturuyordu. Sermayenin düşen kâr oranları bu yeni yatırım alanlarıyla yükseltilmeye çalışılırken uygulanacak düşük ücret politikalarıyla da buna destek sağlanacaktı.
Bu politikaların sembol ismi olan Margaret Thatcher dünya işçi sınıfı tarafından “Demir Leydi” olarak anılıyordu. Bu niteleme, neo-liberalizmin işçi sınıfı için anlamını daha o günden ortaya koymuştu. “Güçlü devlet, serbest piyasa” temel yaklaşımını esas alan bu politikanın denendiği ülkeler, Türkiye ile birlikte Şili ve Arjantin gibi Güney Amerika ülkeleriydi. AKP iktidarı ise sermayenin sınırsız ve dizginsiz hakimiyeti anlamına gelen neo-liberal politikaların en pervasız uygulayıcısı oldu.
Türkiye’nin neo-liberal politikalara eklemlenme süreci 12 Eylül ile birlikte başladı. 12 Eylül askeri faşist darbesi 24 Ocak Kararları ile devreye sokulmak istenen neo-liberal politikaları hayata geçirmeyi hedefliyordu. 24 Ocak Kararları’nın mimarı ise AKP şefinin mirasını sahiplenmeyi sevdiği isimlerden olan Turgut Özal’dı. Yani, sözde 12 Eylül’le hesaplaştığını iddia eden AKP, aslında onun gerçekleşme amacına sadakâtini en baştan ilân etmişti. Bu yanıyla, yirmi yıllık iktidarları boyunca adım adım inşa ettikleri tek adam rejimi, neo-liberal dünya düzeninin bir gereğidir. Özallı ve Demirelli yıllar boyunca pazarlanan serbest piyasa ekonomisi, AKP döneminde tam ve eksiksiz bir uygulama alanı bulmuştur.
Neo-liberal dönüşüm süreci “gelişmekte olan kapitalist ülkeler” için aynı zamanda ithal ikameci sanayileşmeden ihracata dayalı bir sanayileşme modeline geçişi de içerir. Temelde devletin sermaye birikimi alanından çekilmesi ile birlikte emek üzerindeki denetimin sıkılaştırılmasına dayanır. ‘90’lı yıllarda bu çerçevede atılan adımların yarattığı siyasal tablo ve 2001 krizinin yıkıcı sonuçları, bu politikaların hayata geçirilmesi için AKP’yi sermaye sınıfı için tek seçenek haline getirmiştir. AKP, emperyalist sermayenin ve yerli ortaklarının tam desteği ile iktidara taşınmıştır.
AKP’nin ilk icraatı 4857 Sayılı İş Yasası olmuştur. Uluslararası sermayeye eklemlenme sürecinde Türkiye burjuvazisinin temel ihtiyaçlarından biri olan esnek çalışma uygulamaları bu yasa ile yürürlüğe girmiştir. AKP’li yıllarla birlikte tırmanışa geçen taşeronlaştırma uygulamaları da neo-liberal politikaların eseridir. Esnek çalışma ve düşük ücret politikası ile birlikte AKP’nin emeği disiplin altına almaya yönelik bir diğer önemli adımı sendikalara yönelik düzenlemelerdir. Yasal düzenlemelerin ötesinde Hak-İş ve Memur Sen üzerinden yaratılan sendikal payandalar, AKP gericiliğinin sınıfa yönelik saldırılarında temel dayanak noktaları olmuştur. Bunların da yetersiz kaldığı yerlerde, grev yasakları gibi doğrudan baskı politikaları devreye sokulmuştur.
Neo-liberal politikaların bir diğer önemli ayağı ise özelleştirmelerdir. AKP döneminde 60 milyar doları aşan özelleştirme ile hem sermayeye önemli bir kaynak aktarımı gerçekleştirilmiş hem de görece güvenceli iş imkanına sahip geniş bir sınıf bölüğü güvencesizliğe mahkûm edilmiştir. Temel kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi ise sermayeye kaynak aktarımının önemli bir diğer başlığıdır. Özellikle eğitim ve sağlık alanındaki dönüşümün ticarileşmeyi de aşan sosyal ve politik sonuçları vardır.
Böylece 40 yıldır uygulanan ve AKP iktidarı döneminde yepyeni boyutlar kazanan neo-liberal saldırı politikalarıyla temel kamu hizmetlerinden elini çeken devlet, gelinen aşamada tam bir çıplak zor aygıtına dönüşmüştür.
Tüm bu gerçeklere rağmen AKP uzun yıllar geniş bir kitle desteği almayı başarabildi. Bu desteğin önemli bir bölümünün işçi ve emekçi katmanlardan geldiği biliniyor. Bu desteğin uzun yıllar devam etmesinde elbette terör demagojisi ile birlikte AKP’nin siyasi popülizminin özel bir rolü var. Ancak bunun ötesinde neo-liberalizmin finansallaşma balonunun AKP tarafından etkili bir tarzda kullanıldığı da bir gerçek. Bir yandan görülmemiş bir boyuta ulaşan borç sarmalı ile işçi ve emekçi katmanlar sisteme kopmaz gibi görünen bağlarla bağlandı bu dönemde. Diğer yandan ise yaratılan tüketim toplumunda sözde “sosyal yardımlar” yoluyla biat kültürü inşa edildi. Dünya genelinde durmadan büyüyen finansal balonun yanısıra AKP bu dönemde inşaat gibi hızlı para akışı yaşanan sektörlere yoğunlaşarak ülke içindeki finansal balonu ayrıca şişirmiş oldu.
Ne var ki, 2008 krizi ile birlikte neo-liberal politikaların da kapitalizmin krizine çare olamayacağı açığa çıktı. Emperyalizm bugün bu çöküşü dünyanın dört bir yanında durmadan tırmanan savaş tehditlerinin yanısıra kendi coğrafyalarında işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırarak aşmaya çalışıyor. AKP Türkiyesi’nin ise bu açıdan kımıldayacak alanı kalmadığı açık. Onun topyekûn bir toplumsal yıkım dışında bu ülkenin işçi ve emekçilerine verebileceği hiçbir şey kalmadı.
Artık gündemde olan, olması gereken bu neo-liberal enkazın nasıl kaldırılacağıdır.
Emperyalizm ve sermaye sınıfı, AKP’nin gitmesi durumunda, iflas etmiş bulunan neo-liberal düzeni “Millet İttifakı” eliyle ayakta tutmaya çalışacaktır. Zira onların da uluslararası sermaye ile daha güçlü bir bütünleşme dışında bir yol haritaları bulunmuyor. Ama şurası yeterince açıktır ki, çöken sadece AKP’nin tek adamcı, yandaşçı, gerici yönetim sistemi değildir. Çökmekte olan neo-liberal politikaların kendisidir. Bu yıkımdan kurtulmanın yolu ise onun köküne kibrit suyu dökmekten, burjuvazinin sınıf iktidarını yıkmaktan geçiyor.