Ulucanlar’da katledilen 10 devrimciden biriydi Habip Gül. Bütün hayatı baskı ve sömürüye karşı mücadele içinde geçmiş bir demir-çelik işçisiydi. Baş eğmez tavrı, bitmez tükenmez mücadele azmi ile sınıf devrimciliğinin en özlü haliydi. Kendisiyle cezaevinde tanışan, ondan çok etkilenerek onu yazacağı romanın baş karakteri olarak belirleyen eski DEP milletvekili Mahmut Alınak, ölümünün ardından “Habip’in öyküsü” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Bu yazıdan Habip Gül’ün kendi kaleminden yaşamını anlattığı bazı pasajları okurlarımızla paylaşıyoruz. İşçi sınıfı mücadelesinin bu düşünen önderi, savaşan neferinin anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
“Üçü kız, üçü erkek, altı kardeştik. Kardeşlerin en küçüğüydüm. Çok yoksulduk. Köyde tek karış toprağımız bile yoktu… Ağa yan yatıp kılını bile kıpırdatmazken, terimizle can verip yeşerttiğimiz ürünün yarısı onun olurdu. (…)
“… örgütüyle bu demir-çelik fabrikasında çalışırken tanıştım. Dergimizin ilk sayısını dinmeyen bir susuzlukla okumuştum. Yıllar sonra devrimcilerle yeniden karşılaşmak ve yepyeni bir örgütle tanışmak benim için tarif edilmez müthiş bir duyguydu.
1991 yılının 29 Nisan günü devlet güçleri örgütümüze karşı bir operasyon başlattılar. Aynı gün evim basılarak gözaltına alındım. On beş günlük sıkı bir işkenceden sonra tutuklanarak Buca Cezaevi’ne konuldum. Cezaevine konuluşum, karım ve çocuklarım için tastamam bir yoksulluk demekti. ‘Ailede çalışabilecek kişiler varsa, örgütten ekonomik yardım almamak’ şeklindeki bir karar nedeniyle karım bir yemekhanede iş bulup çalışmaya başladı.
Cezaevi bitip tükenmeyen açlık grevleriyle karşılamıştı bizleri. Birçok kısa süreli, dönüşümlü açlık grevine girdik. Eskişehir tabutluğunun açılışı, ilk uzun süreli açlık grevi deneyimimin de başlangıcı oldu. Kırk beş gün sürmüştü…
Hapis cezasını burada doldurdum. Geriye bana verilen 83 milyonluk para cezası kalmıştı. Bu parayı devlete ödediğimde serbest kalacaktım…Parayı ödemedim. Cezanın meşruluğunu kabul etmiş olacaktım yoksa… Parayı ödemedim ama, devrimci iradenin ve görevin gereklerini yerine getirdim: Kazdığımız 35 metrelik bir tünelle dört kişi, 19 Mayıs 1993 şafağında özgürlüğe koştuk. On ay “cezam” kalmıştı firar ettiğimde…
Firar ettikten sonra ilk faaliyet alanım Adana oldu… Burada Habip Gül sahte kimliğiyle yakalanmıştım.” (…)
“Bir gün Tim Şefi beni odasına götürdü… İşkenceci, katlanmış bir faks kağıdında bir fotoğraf göstererek, ‘Kim bu lan?’ diye öfkeyle sordu. Fotoğraftaki Habip Gül hafif bir sırıtmayla bize bakıyordu. Olup bitenlere gülüyor gibiydi. Ben gayet sakince, ‘Benim!’ dedim. İşkenceci deliye dönmüştü. ‘Ulan sana benzemiyor!’ diye köpürdü…Yani Allah var, fotoğraftaki adam bana hiç benzemiyordu. Bir defa gözleri siyahtı onun. Benimki mavi. İşkenceciler şaşkınlık içindeydiler. ‘Nasıl oluyor lan, bu sana hiç benzemiyor!’ diye çaresizce debelenip duruyorlardı. Ama kabul etmekten başka şansları da yoktu.” (…)
“… Siyasal çalışmalarım illegal olarak sürmekteydi. 1995 yılının 2 Nisan günü İstanbul Bağcılar’daki evimiz gece yarası polislerce basıldı… Altan Ersoy adına düzenlenen kimliğin sahteliği, gözaltına alınışımızın ertesi günü ortaya çıktı. Yollarımız Habip Gül ile yeniden kesişmişti. Belli ki birbirimizi çok sevmiştik! … Ben yine Habip Gül olarak tutuklanmıştım. Birkaç gün sonra Eskişehir Tabutluğu yeniden açıldı. Tüm cezaevlerinde süresiz açlık grevleri patlamıştı. Biri de Malatya Cezaevi’nde olmak üzere bu üçüncü 45 günlük açlık grevim olacaktı. 45 gün süren direnişimiz, isteklerimizin kabul edilmesiyle son buldu.” (…)
“Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne geldikten on beş gün sonra Sabah gazetesinde fotoğrafımla beraber gerçek kimliğimin açığa çıktığını okudum. Nevzat Çiftçi… Böylelikle, annem, karım ve çocuklarım yedi yıl sonra nerede olduğumdan ve yaşadığımdan haberdar oldular. Ancak ölüm orucu bittikten sonra ailemle görüşebildim.
O gün, rastlantıyla çocuklar için açık görüş vardı. Daha üç aylıkken ayrıldığımız oğlum Yoldaş, ziyaretime geldiğinde yedi yaşındaydı. Kocaman bir delikanlı olmuştu. Yüzünde utangaç bir ifade vardı. Hayatın garip cilvesi, oğlum beni tanımadı. Çünkü beni sadece fotoğraflardan görmüştü. Tanımlaması güç, tuhaf duygular içindeydim. Oğlumun büyümüş olması bana gurur ve güven veriyordu. Onun koşup bana doğru gelmesini beklerken, başka bir arkadaşın kucağına gitmesi, bizi epey güldürmüştü. Sonra da böyle güldüğümüz için Yoldaş’a karşı suçluluk duyup utanmıştık.” (…)