Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lı yılların başlarına kadar olan yaklaşık 40 yıllık dönem, büyük oranda işçi sınıfı için bir oluşum sürecidir. Varlığı bile inkâr edilen bir sınıf, bu dönem boyunca kapitalist ilişkilerin bağrında adım adım gelişmiş, maddi varlığı ile bir güç olmaya başlamıştır. Toplumsal bir güç olması için ise ‘60’lı yılları beklemesi gerekecektir.
Saltanattan cumhuriyete geçiş süreci işçi sınıfı ve sınıf hareketi için nicel ve nitel anlamda bir kesinti sürecidir. Hem o güne kadar kapitalist ilişkilerin görece geliştiği şehirler yeni cumhuriyetin sınırları dışında kalmış, hem de bu durumun ve mübadelelerin bir sonucu olarak geride önceki sınıf mücadelelerinin deneyimlerini aktaracak bir işçi kuşağı kalmamıştır.
Buna rağmen yine de cumhuriyet dönemi ile birlikte kimi işçi örgütlenmeleri hızla kurulmuştur. Bu girişimlerden en önemlisi 1924 yılında kurulan Amele Teali Cemiyeti’dir. Sadece yabancı sermayeye karşı değil Türk sermayesine karşı da işçi haklarının savunulması gerekliliğini ortaya koyan Amele Teali Cemiyeti, Takrir-i Sükûn’un ve İstiklâl Mahkemeleri’nin hedefi olmaktan kurtulamamıştır. ATC yöneticileri 1 Mayıs 1925’te “1 Mayıs nedir?” başlıklı bir broşür dağıttıkları için Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmış, yöneticilerine 7 ile 15 yıl arasında cezalar verilmiştir. Cemiyet ise 1928 yılında Vekiller Heyeti kararı ile kapatılmıştır.
Genç cumhuriyetin ATC’ye ilişkin yaklaşımı, işçi sınıfına karşı tutumunun da en baştan ilanıdır. Kaldı ki bu tutum zaten, daha cumhuriyet ilan edilmeden önce, 1923 Mart’ında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nden yansıyan tavırla da açıktır. Sözde toplumun tüm kesimlerinin temsil edildiği kongrede işçilerin talepleri gündeme gelse de dikkate alınmamıştır. Halkçılık maskesi arkasına saklanarak sınıf farklılıklarını inkâr eden genç cumhuriyet, işçi sınıfının örgütlenmesine ve mücadelesine karşı baştan itibaren düşmanca bir yaklaşım içinde olmuştur.
Halkçılık anlayışına göre Türkiye toplumu sınıfsal farklılık ve çelişkilerin olmadığı kaynaşmış bir toplumdur. Bu toplumun temel amacı hep birlikte muasır medeniyetler seviyesine ulaşmaktır. Öyle ki, çok ağır koşullarda çalışan işçiler her sabah “İşimiz en büyük zevkimiz, en büyük varlığımızdır. Amacımız her gün biraz daha çok başarıdır” diyerek and içmeye zorlanmıştır.
1925 yılında yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Kanunu ile toplanma ve dernek kurma hakkının yanı sıra grev hakkı da yasaklanmıştır. 1933 yılında Ceza Kanunu’nda yapılan düzenlemelerle grev yasakları cezai hükümlerle kuvvetlendirilmiştir. Bu düzenlemeler 1936 yılında İtalyan faşist Ceza Kanunu örnek alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.
1936 yılında artık çalışma ilişkilerini düzenleyecek bir iş kanunu çıkarmak zorunlu hale geldiğinde, CHP Genel Sekreteri Recep Peker tarafından ilgili kanun “Yeni iş kanunu, sınıf düşüncesinin meydana gelmesini ve kendine hayat alanı bulmasına müsaade eden havayı dağıtacak ve iş hayatında dengeyi tesis edecektir” sözleriyle savunulmuştur. Zaten çıkarılan kanunda sendika kurma özgürlüğünün adı anılmamıştır. Grev hakkı ise açıkça yasaklanarak, mecburi uzlaşma ve tahkim sistemi benimsenmiştir.
1938 yılında ise Türkiye’de sosyal sınıfların varlığından bile söz etmeyi yasaklayan bir Cemiyetler Kanunu kabul edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın gündemde olduğu 1940’lı yılların başlarında bu yasak ve baskılara zorla çalıştırma uygulamaları eklenmiştir. Milli Korunma Kanunu’nun devreye girmesiyle, 1940 Şubat’ında Ereğli kömür havzasında zorunlu çalışma yürürlüğe konulmuştur. 1941 yılında linyit madenlerinde ve demiryollarında da zorunlu çalışmaya geçilmiştir. İşten ayrılma yasaklanmıştır. Bu kanun kapsamında 100 binin üzerinde işçi vardır.
1946 yılına gelindiğinde, sınıf esasına dayalı örgüt kurma yasağına son vermek zorunda kaldıklarında bile sınıfı yok sayma tutumu sürmüştür. Olağanüstü kurultayda konuşan CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Partimizin programı, sınıf esası üzerine cemiyet kurulmasını men etmiştir. Biz, kendi programımızda sınıf mücadelesini istemeyen ve sınıf menfaatleri arasında ahenk arayan esasta kalacağız” demiştir.
Yıllar boyunca işçi sınıfını yok sayan bu tutumlara karşın 1936 yılına kadar kayda geçen 94 grev vardır. Yarısı İstanbul’da gerçekleşen bu grevlerin 29 tanesi ise daha Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılmadan öncedir.
Tüm baskılara ve çarpıtmalara, “sınıfsız ve imtiyazsız” toplum safsatalarına rağmen, bu yıllar boyunca işçi sınıfı nicel ve nitel planda gelişimini sürdürmüştür.
Baskı ve yasakların, sınıfların varlığını yok saymanın burjuva cumhuriyetin derdine derman olmadığının kanıtı ise 1946 Sendikacılığı deneyimidir. 1946 yılında sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağının son bulması ile birlikte hızla sendikalar ve partiler kurulmaya başlanmıştır. İşçiler sendikal örgütlenme yolunu tutmuşlardır.
İşçi hareketinin bağımsızlaşma eğilimini gören iktidar, bir kez daha baskı ve yasaklama yoluna gitmiştir. 1946 yılı sonunda İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından Türkiye Sosyalist Partisi, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile bu iki partinin etkisi altındaki sendikalar kapatılmıştır.
1947 yılında çıkarılan sözde Sendikalar Kanunu bu gelişmelerin ve işçi hareketinin bağımsızlaşma eğiliminden duyulan korkunun ürünü olarak gündeme gelmiştir. Tek partili dönemin CHP’si ile çok partili hayatın diğer önemli figürü Demokrat Parti’nin bu konuda ortak bir yaklaşım içinde olması ise dikkat çekicidir. Demokrat Parti söylemde grev hakkına sürekli vurgu yapsa da, “işçi örgütlerinde komünist tertip” konusunda en az CHP kadar hassastır. İşçilerin huzursuzluğunun ve arayışının farkında olan iki burjuva parti de, 1940’lı yılların sonlarında oluşturdukları işçi büroları ile işçi sınıfını denetim altında tutmak için özel bir çaba sarf etmişlerdir. Demokrat Parti iktidara geldiğinde, sendikalaşma özgürlüğüne ilişkin vaadini yerine getirmemiştir. Demokrat Parti iktidarı dönemi boyunca işçilerin sendikalaşma hakkını söz planında sahiplenmek ise bu sefer CHP’ye kalmıştır.
İşçi hareketinin engellenemeyen bağımsızlaşma eğilimi karşısında alınan bir diğer önlem ise 1952 yılında Türk-İş’in kuruluşudur. TSP ve TSEKP ile etkileri altındaki sendikalar kapatılsa da, işçilerin sendikalarda birleşme eğilimi kesintisiz bir şekilde sürmüştür. Bölgesel düzeyde kurulan sendikaların ve bunların bir araya geldiği sendikal birliklerin bir konfederasyon çatısı altında toplanması fikri ‘50’li yılların başından itibaren tartışılmaya başlanmıştır. Amerikalı sendikacıların tavsiye, yönlendirme ve rüşvetleri ile Eylül 1952’de Türk-İş kurulmuştur. Böylece sendikacılığın anti-komünist ve sınıf işbirlikçisi bir temelde, milliyetçi çizgiyi esas alarak gelişmesi için önemli bir adım atılmıştır. Türk-İş kurulduğu günden itibaren sözde “siyaset üstü sendikacılık” anlayışıyla, işçi sınıfına dayattığı düzen siyasetinin basit bir aleti olma misyonunu yerine getirmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lı yılların başlarına kadar olan yaklaşık 40 yıllık dönem, büyük oranda işçi sınıfı için bir oluşum sürecidir. Varlığı bile inkâr edilen bir sınıf, bu dönem boyunca kapitalist ilişkilerin bağrında adım adım gelişmiş, maddi varlığı ile bir güç olmaya başlamıştır. Toplumsal bir güç olması için ise ‘60’lı yılları beklemesi gerekecektir.
(Devam edecek…)