12 Eylül faşizminin ilerici ve devrimci güçlerle birlikte işçi hareketini hedef tahtasına çakması, cuntanın yaptığı ilk işlerden birinin grevleri yasaklamak ve DİSK’i kapatmak olması hiç de boşuna değildir. Kurulduğu günden itibaren sınıf farklarını inkâr eden, kabul etmek zorunda kaldığı noktada ise işçi sınıfını denetim altında tutmak hedefiyle hareket eden Türkiye burjuvazisi, işçi hareketini ancak dipçik darbeleri ile dizginleyebilmiştir.
1960-1980 arası dönem Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından gerçek bir yükseliş dönemidir. Kapitalist gelişmenin hızlanmasıyla gelişip güçlenen işçi sınıfı bu dönemde ülkeyi sarsan eylemleri ile gerçek bir toplumsal ve giderek siyasal bir güç haline gelir.
Bu dönemin açılışı 31 Aralık 1961’de Saraçhane Mitingi ile gerçekleşir. Ülkenin dört bir yanından 100 bin civarında işçinin toplandığı Saraçhane Mitingi, grev ve toplu sözleşme yasalarının bir an önce ve herhangi bir sınırlandırma olmadan çıkartılması için görkemli bir gösteri olur. Böylece işçi sınıfı varlığını cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez kitlesel olarak ortaya koyar.
Saraçhane Mitingi ile birlikte işçi sınıfının toplumsal etkisi ve siyasal alana müdahalesi üzerine tartışmalar hız kazanmaya başlar. Dönemin sendikacıları arasında işçilerin taleplerini TBMM’ye taşıyacak milletvekillerinin desteklenmesine yönelik tartışmalar yaşanırken, işçi sınıfı yasaları kendi eylemiyle belirleme gücünü 1963 yılında gerçekleşen Kavel grevi ile ortaya koyar. 1961 Anayasası’nda grev temel bir hak olarak tanımlansa da, grev hakkını düzenleyecek yasaların hazırlığı sürekli olarak ertelenmektedir. Kavel işçileri, gerçekleştirdikleri fiili grev ile sadece o dönem fabrikanın sahibi olan Koç kapitalistine diz çöktürmekle kalmamış, burjuva düzeninin sahiplerine o güne kadar erteledikleri grev yasalarını çıkartmak zorunda bırakmıştır.
Yaşanan hızlı kapitalistleşme süreci içinde işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele arayışı da artarak devam etmiştir. Singer’den Profilo ve Demirdöküm’e, Gamak’tan Alpagut ve Paşabahçe’ye sayısız işyerinde önemli direniş ve grevler yaşanır.
Sınıf kavgası 1960’ların ikinci yarısında sertleşerek devam ederken, işçi hareketi de bir yol ayrımına gelmiştir. Gelişen sınıf hareketini dizginlemeyi kendine misyon edinen Türk-İş, işçilerin örgütlenme ve mücadele arayışına yanıt verememektedir. Dahası devlet işletmelerindeki bürokrasi ile sıkı fıkı ilişkiler üzerine kurulu olan Türk-İş’e hakim sendikacılık anlayışı, özel sektör işçilerinden gelen örgütlenme arayışına ise büyük bir mesafe ile yaklaşmaktadır. Bu süreçte 1966 yılında Paşabahçe grevi ile birlikte başka bir aşamaya ulaşılır. Türk-İş içinde bir grup sendika konfederasyondan ayrılarak DİSK’i kurar. DİSK’in kuruluşu, tartışmasız bir biçimde, işçi sınıfının sermayeden ve devletten bağımsız bir sendikal mücadele arayışının sonucu olmuştur.
DİSK’in kuruluşu işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele arayışının bir ürünü olsa da, onu kuranlar kendilerini büyük oranda 1961 Anayasası’nın belirlediği demokratik hak ve özgürlüklerle sınırlamışlardır. Ne var ki Türkiye burjuvazisi kendi anayasasında yazan sınırlarda dahi sendikal hak ve özgürlüklere karşı tahammülsüzdür. Öyle ki, Türk-İş Kongresi’nde kürsüye çıkan çalışma bakanı “DİSK’in çanına ot tıkamaktan” bahsetmektedir.
Sermayenin DİSK şahsında işçi sınıfının örgütlenme hakkına karşı takındığı bu düşmanca tutum, Türkiye işçi hareketi tarihinin gelmiş geçmiş en önemli eylemi olan 15-16 Haziran Direnişi’ne yol açacaktır. DİSK’in kapatılması girişimleri karşısında 150 bini aşkın işçi iki gün boyunca İstanbul’u zaptetmiş, burjuvazinin yüreğine korku salmıştır.
12 Mart Muhtırası’nın ardından yaşanan kısa süreli geri çekilmeye rağmen işçi hareketi 1970’li yıllar boyunca da gelişip güçlenmeye devam etmiştir. 1971 devrimci çıkışının ve devrimci önderlerin sömürü düzeni karşısında teslim olmayan tutumlarının da etkisi ile işçi hareketi politikleşerek yoluna devam etmiştir.
1970’lerin ikinci yarısından 12 Eylül’e uzanan dönem içinde işçi hareketinin öne çıkan mücadele örnekleri işçi hareketinin politikleşme eğilimini de yansıtmaktadır. DGM Direnişi, Faşizme İhtar Eylemleri gibi geniş çaplı politik işçi eylemlerinin yanısıra Tariş gibi işyerlerinde devlet destekli gerici örgütlenmelere karşı da önemli direnişler sergilenmiştir.
Toplumsal mücadele içinde işçi sınıfının konumunu ve ulaştığı gelişme düzeyini gösteren en önemli örnekler ise kuşkusuz 1 Mayıslardır. On yıllar süren yasakların ardından 1976’da ilk kez Taksim Meydanı’na akın ederek gücünü göstermiştir işçi sınıfı. Sermaye devleti ise onun bu gücü karşısında kontgerilla yöntemleri ve katliamlar da dahil olmak üzere hiçbir yöntemi kullanmaktan geri durmayacağını 1 Mayıs 1977’de bir kez daha göstermiştir. 1 Mayıs 1977’de yaşanan katliama rağmen işçi sınıfı hem işyerlerinde hem de toplumsal alanda mücadelesine devam etmiş, 1 Mayıs 1978’de bir kez daha yüzbinlerle Taksim Meydanı’nı doldurmuştur.
Bu dönemde işçi hareketindeki en önemli gelişmelerinden bir diğeri ise MESS grevleridir. Metal patronlarının metal işçilerini tüm fabrikalarda aynı anda greve zorlayarak Maden-İş Sendikası’nı ve metal işçisini güçsüz bırakma hesaplarına, metal işçisi Büyük Grev’i örgütleyerek yanıt vermiştir. 1977’den itibaren, Türkiye kapitalizminin bel kemiğini tutan önemli metal işletmelerinin neredeyse hepsinde MESS sermayedarlarının hesaplarını altüst eden bir grev dalgası yaşanmıştır.
Kesintisiz bir şekilde mücadelesini sürdüren işçi hareketini dizginleyebilmek ancak 12 Eylül askeri faşist darbesi ile mümkün olmuştur. Bu dönemde dünya kapitalizmi ile daha ileriden bütünleşme hedefinde olan Türkiye kapitalizminin önündeki en önemli engel işçi hareketidir. 12 Eylül faşizminin ilerici ve devrimci güçlerle birlikte işçi hareketini hedef tahtasına çakması, cuntanın yaptığı ilk işlerden birinin grevleri yasaklamak ve DİSK’i kapatmak olması hiç de boşuna değildir. Kurulduğu günden itibaren sınıf farklarını inkâr eden, kabul etmek zorunda kaldığı noktada ise işçi sınıfını denetim altında tutmak hedefiyle hareket eden Türkiye burjuvazisi, işçi hareketini ancak dipçik darbeleri ile dizginleyebilmiştir.