16 Eylül 1982 tarihinde İsrail yanlısı aşırı sağcı Falanjist milisler Batı Beyrut’ta Sabra ve Şatilla adındaki Filistin mülteci kamplarını basarak çocuklar dahil binlerce kişiyi katlettiler.
Bu katliam öncesinde kamplar İsrail ordusu tarafından aylarca kuşatmada tutulmuştu. Filistin halkı bu kuşatmaya karşı kahramanca direndiler.
Aşağıdaki öykü bu direniş günlerine atfen yazıldı. Ve daha önce Kızıl Bayrak gazetesinin 94. sayısında yayınlandı.
Öykünün yazarı Ümit Altıntaş ömrünü işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine adayan bir sınıf devrimcisiydi. Bu uğurda tutuklandı, hapsedildi. 26 Eylül 1999’da Ulucanlar cezaevine yönelik devlet katliamında 9 yoldaşı ile birlikte katledildi. Sabra Şatilla Katliamı’nın 42., Ulucanlar Katliamı’nın 25. yıldönümü vesilesiyle özgürlük ve eşitlik mücadelesinde kaybettiklerimizin anıları önünde bir kez daha saygı ile eğiliyoruz.
29 Ağustos
Sevgili Anne,
11. gün açım. Önümde 11 gündür ilk defa yemek duruyor. Bense yiyemiyorum. Yemem lazım, yemem lazım, yemem… Bana yardım et anne. Yemem lazım.
73 gündür çalışıyor, çatışıyor, yorgunluktan ölüyoruz. İnanmayacaksın ama doğru. 73 gündür buradayız. Günde 2-3 saat uyuyoruz, herhalde. 21-22 saat tetiğe bastıkça onları sokağın dışında tutuyoruz. Çevremde insanlar ölüyor. Vurularak değil, çok az onlar. Açlıktan da değil, en azından şimdilik. Yorgunluktan. Öylesine yükleniyoruz ki bedenlerimize, bazıları kendiliğinden sınırı geçiyor. Bugün sadece 10-15 kiloluk havanı 300 metre bile taşıyamadan yığıldım. Önce vuruldum sandım. Silah ve patlama sesleri hiç durmuyor biliyor musun? Sonra birileri koluma girdi. Yüzlerini gördüm, ama kim olduklarını bilmiyorum. Birilerine benziyorlarsa, son gömülen yoldaşlara benziyorlardı. Zira yorgunluk ve açlık yüzlerindeki ayrımları silmişti, belki de onları tanıyabilmem için gülmeleri gerekirdi. Ama gülmediler ve eminim onlar da beni tanıyamamıştır. Zira bütün gözler zayıflamıştı. Beynimiz, zayıflamış gözlerimizi de seçerek kullanıyordu: Tetiğe bastıkça, onları sokağın başında tuttukça. Çünkü onları vurmazsak çember daralır. Demek ki hâlâ onları vurabiliyoruz.
Kollarıma girenler beni bir duvara yasladı. Kırmızıyı aradım. Yok, üzerimde hiç kırmızı yoktu. 3 yaşımı hatırladım, hâlâ bir çocuk gibi. Öğrendiğim ilk kelimelerdendi kırmızı. Köy bombalandığında tüm feryatlar, cesetler, yıkıntılar unutturulmaya çalışılır çocuklara. Ama her yandaki kan unutturulamaz bir görüntüdür. Sürekli bir kırmızı ufuk. Yıkıntılar unutturulur. Evlerimiz normalde de bir yıkıntı gibidir. Feryatlar unutturulur. O kadar çoktur ki, bir süre sonra uğultu halini alır, sonrasında ise o gürültüden başka bir şey anlamazsınız. Feryatlar bu yüzden kolay unutturulur çocuklara. Ama kan tam tersidir. Köyde her şey kahverengi, gri, siyah olduğundan kırmızı unutulmazdır. Hem bombalamadan sonra yüzünüzü nereye dönseniz kırmızı olduğundan, birkaç saniye içinde kırmızı gözünüzde büyür, büyür ve her yeri kaplar. Renksizlik içinde bütün çocuklar kırmızıyı kandan öğrenirler. Ve istisnasız hepsi kana kırmızı der bu yüzden. Ama pek azı bunu benim gibi 12-13 yıl sürdürür. Çoğu okuma-yazma öğrenirken unutur bunu. Ben ise korudum. Ben 16 yaşında bir çocuğum. Ve kırmızı yok üzerimde. Sadece yorgunluktan yığılmışım. Bir ölüm yoklaması gibi.
Bir an yemeğe baktım. İğrenç gözüküyor. Midem bulanıyor. Gözlerimi kaçırıyorum. 11. gün açım. Bense yiyemiyorum. Yemem lazım, yemem lazım, yemem…
11 gündür çalışıyor, çatışıyor ve hiçbir şey yemiyoruz. Kemirdiğimiz şeyleri saymıyorum. Kim üstünde bir parça reçine var diye kemirdiğimiz kozalakları “bir şey yediğine” sayabilir ki! Gene de hiç mızmızlanmıyorum. Aslında problem yemeğin iğrençliğinde değil. Kozalaklardan sonra suda kaynatılmış bol et! Evi hatırlıyorum. Et yer miydik biz? Hatırlamıyorum, ama yemekler hep güzeldi. Ya da ben öyle sanıyorum. Bu yemekse iğrenç. Daha hiç tatmadım, hiçbir koku da almıyorum. Ama iğrenç buluyorum. Midemi kaldırıyor, yemeyeceğim. Halbuki 11 gün önceki yahnimiz de böyle değildi. Kuşatıldığımız kamptaki son kedi ve köpekleri yemiştik. Köyde hiç kedi hatırlamıyorum. Var mıydı bilmem. Bu yüzden kedileri sever miyim, bunu da bilmiyorum. Ama yedim. Belki de benimki köpekti, bilmem. Çünkü bu Siyonistlerin sokağa girişini engelleyeceksem yemeliydim, yedim. Tadı tuhaftı ya da bana öyle geldi. Ama yedim. Keşke biraz daha kedi olsaydı. Bunu yemek zorunda olmazdım. Yemek zorundayım. Kuzeyden bizimkiler gelene dek. Bizimkiler gelene dek. Geleceklerse tabii!..
Unutmalıyım. Ne olduğunu unutursam, o zaman belki midem kalkmaz. Yemek zorundayım.
Tetiğe basıyorum. Yemeği dökmeden, tabağı soluma alarak ateş ediyorum. Son gördüğüm yoldaş Sabra, Şatilla, Miye Miye ve Aynı-El Hilbe’de de ne kuşatmanın kırılabildiğini ne de kampların düştüğünü söyledi. Öyleyse dayanmalıyız, dayanmalıyım. Hep “yaşamın merkezinde olmak gerekir” derdin. Şimdi çemberin dışı ölüm olduğuna göre, kızınla gurur duyuyor olmalısın. Hâlâ mürüvvetimi göremesen de. Allah nasip ederse onu da görürsün inşallah. Sahi bana bulduğun o sıska çocuğun ismi neydi, hani Beyrut’ta eczanesi olan. Hatırlamıyorum, açlık yüzünden olmalı. Ne yapabilirim ki, sevimliydi tamam, ama korkaktı da. Yoo, korkaklığına değil kızgınlığım. Herkes korkar. Ben de Güney’e, buraya, kampa gelmeye karar verirken korkuyordum. Bunu söylediğimde yüzünü hatırlıyorum, bakakalmıştı. Onunla evlenmemek için bir bahane olmadığını anlamıştı. Ama gerçekten niye gitmek istediğimi, korkarken mücadeleyi seçmemi anlayamamıştı. Beni anlamamıştı. Ölümün kol gezdiği Lübnan’da bir Şii’nin Filistin için fedakârlığını anlayamazdı. Devrim ona çok uzaktı. Halbuki buraya sağlıkçı olarak gelmeyi hayal etmesi bile ona âşık olmama yeterdi. O yoklukta iç savaşın ortasında bana kırmızı bir gül bulmuştu. Gülü almak için elimdeki parti bayrağını birkaç saniye onun eline tutuşturmuştum. O zaman fark ettim aralarındaki farkı. Gül kırmızıydı, partinin orak-çekicini ise kızıl sarmıştı. Bir yanda ölüm, bir yanda kızıl.
Yemeğe döndüm. İçimdeki ölümü, teslimiyeti, kırmızıyı kovdum. Eti ısırmaya başladım. Sanki canlıymış gibi duran eti. Öyle de sayılabilirdi zaten. Her yanımı yaşam, her yanımı kızıl sar …
Mektuba not: Yoldaş Azya çatışmaların durulduğu bir ara yemeğini yerken ve annesine mektup yazarken, bir keskin nişancının tek mermisiyle vuruldu. Öylesine yaşam doluydu ki, bunu fark etmedi bile. Ta ki üstü kıpkızıl kesilene dek…
30 Ağustos 1982
Filistin Komünist Partisi Burc-EI Baranj Askeri Komutanlık
***
31 Ağustos tarihli Lübnan gazetelerinden: “ Siyonist İsrail ordusu ile Falanjist gerillaların Sabra, Şatilla, Burc-El Baranj, Miye Miye ve Aym, El Hilbe’deki kuşatmaları sürüyor. Kuşatma altındaki kamplarda direnişçi Filistin gerillaları dünden itibaren ölen arkadaşlarını yiyorlar. Dini liderler 2 günlük bir tartışmadan sonra bu yönde fetva vermişlerdi. Çatışmalar sonucu kampların dış savunma hatlarının kıpkızıl kesildiği söyleniyor.”
***
Eminim, hiçbir kız onun kadar güzel olamaz!