Bedenlerini bir darağacından sallanan urganın ucunda aramızdan aldılar ama düşünceleri ve idealleri, fabrikalarda, kampüslerde ve sokaklarda, yaşamın olduğu her yerde bizimle yaşamaya devam ediyor.
6 Mayıs 1972’de şafak vaktinde, Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi avlusunda üç genç devrimci idam edildi. Onların idam kararını verenler, o kararı onaylayanlar ve uygulayanların idam sehpasına çıkarmak istediği ise sadece üç genç beden değil, bir halkın eşitlik ve özgürlük umuduydu. Tarihin her döneminde yaptıkları gibi en önde dövüşenleri katledip, geride kalanları korkutup yıldırmak istiyorlardı.
Emekçi halkın belleğinden silemedikleri bu üç yiğit devrimciyi, yıllar sonra romantik birer sembol hâline getirip “ehlileştirmek” istediler. Ne var ki Denizler’in, Yusuflar’ın ve Hüseyinler’in mücadelesi onların bu planlarına sığmayacak kadar devrimciydi.
Sadece Denizler de değil… Mahirler, İbrahimler, Taylanlar, Sinanlar… Ve yaşamı köleleştirilmiş milyonlarca işçi ve emekçinin haklı davasını savunmak için o günlerde ve sonrasında direnen, yaşamı uğruna ölecek kadar çok seven binlerce yürek… Onlar, Türkiye işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin, Türkiye halklarının bağımsızlık mücadelesinin birer sembolü oldular.
1968’de de ilk öne atılan gençlikti. Avrupa’da, Latin Amerika’da, dünyanın dört bir köşesinde üniversite işgalleriyle, sokak protestolarıyla geleceğine ve özgürlüğüne sahip çıkıyordu gençlik hareketi. Ama sadece gençler değil, işçi sınıfı da ayaktaydı. Grevler, direnişler, fabrika işgalleri birbirini izliyordu. Emperyalistler ve uşakları ise her zamanki gibi kan ve barut kokusu taşıyordu ezilen halklara… Vietnam ve Filistin direniyor, dünyanın dört bir yanında gençlik ve işçi sınıfı bu haklı ve onurlu direnişlerin yanında saf tutuyordu…
6 Mayıs 1972 şafağında idam edilen o genç devrimciler de bu haklı ve onurlu mücadelelerin birer neferi, öncüsüydü. Gençlik eylemlerinin içinde ileri atılmış, öne çıkmışlardı. Ama mücadelenin orada bitmeyeceğini çok hızlı kavramışlardı. Sömürü ve baskı düzeni devam ettiği sürece kendilerinin de halkın da özgür olamayacağını görüyorlardı. Sömürüye başkaldıran işçilerin, toprak işgallerinde yoksul köylülerin yanı başındaydılar. Dinci gericiler bir yandan timsah gözyaşları döküp diğer yandan ülkeye gelecek olan ABD askerleri için genelevlerin duvarlarını boyarken; onlar, 6. Filo askerini denize döküyor, direnen Filistin halkıyla omuz omuza savaşmaya gidiyorlardı.
Bu mücadeleler içinde, düzen parlamentosunun bir çözüm olmayacağını, bir toplumsal devrimin gerekli ve zorunlu olduğunu kavradılar. Ve o toplumsal devrim uğruna, işçi sınıfının kurtuluşu uğruna hayatlarını ortaya koydular.
Onların idam fermanını yazanların korkusu ise tam da buradaydı. Sömürü ve baskı düzeni devam etsin, halk sessizce boyun eğsin istiyorlardı. Teslim almak istedikleri ise o üç yiğit genç devrimcinin bedeni değil, taşıdıkları devrim ve sosyalizm idealleriydi.
Ama onlar, korkusuzca çıktıkları idam sehpasından verdikleri haklı mücadelenin gücüyle seslendiler:
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!
Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!
Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın işçiler, köylüler!”
Bedenlerini bir darağacından sallanan urganın ucunda aramızdan aldılar ama düşünceleri ve idealleri, fabrikalarda, kampüslerde ve sokaklarda, yaşamın olduğu her yerde bizimle yaşamaya devam ediyor.