İşçi sınıfı ve politik mücadele

İşçi sınıfının politik gücünü ortaya koymadıkça nihai bir kazanım elde etmesi mümkün değil. İşçi sınıfını siyasetin dışına atan kapitalistler olabilecek en siyasal yöntemlerle işçi sınıfının karşısına dikiliyor. İşçi sınıfı siyasette taraf olmadıkça iş yasaları patronların keyfine göre değiştiriliyor. Grevler yasaklanıyor, toplu sözleşme hakkı gasp ediliyor. Sadece ekonomik haklarına yönelen saldırılarla da değil, burjuvazinin bütün toplumu saran gerici zehri ile en büyük kayıpları her defasında işçi sınıfı yaşıyor. Baskı, sömürü ve savaş düzeni pekiştiriliyor; işçi sınıfı dizginsiz bir kölelik rejimine mahkûm ediliyor.

Elbette hemen her işçi siyaset konuşur. Çoğu işçinin gönülden ya da kerhen destek verdiği bir siyasi partiyle bağı da vardır. Onu destekler, oy verir, mitinglerinde bayrağını sallar. Hatta onun için kavga eder, küser vs.

Yemek arasında, tezgâh başında, evde ya da kahvede ülke gündemi tartışılır, politika yapılır, fikirler üretilir. Hele ortada seçimler filan varsa siyaset sohbetlerimizin baş konusudur.

Ancak iş, fabrikada yürüttüğümüz mücadeleye gelince iş değişir çoğu zaman. “Biz ekmeğimizin peşindeyiz, politika yapmayalım, bu işe siyaset karıştırmayalım” sözleri ortalığı kaplar. Siyasetin bölünmeye yol açacağını düşünen işçi sayısı her zaman çoğunluktadır. Politika birleşmenin değil bölünmenin aracı olarak düşünülür. Öyle ya, herkesin kendine ait siyasi düşünceleri vardır. Oysaki ekmek kavgası herkes için aynıdır. Eğer farklı siyasi düşünceler ön plana çıkarsa verilen ortak mücadele zarar görebilir, o zaman yapılması gereken, siyasetin işçi sınıfının mücadelesinin, onun ekmek kavgasının dışına atılması olmalıdır diye düşünülür.

Oysa bu yaklaşım biz işçilerin en büyük yanılgılarından biridir. Zira işçi sınıfı kendi çıkarları uğruna bağımsız bir politik mücadele vermeden hiçbir kalıcı kazanım elde edemez.

Farklı sınıflara mensup olanların aynı politik çıkarları olamaz!

Sorun burada, politik mücadele denilen şeyin doğru kavranmamasından kaynaklanır.

Yalnız ülkemizde değil kapitalizmin hüküm sürdüğü her yerde toplum yalnız yaşamları değil, çıkarları da farklı sınıflardan oluşur. Bir tarafta tüm zenginlikleri üreten işçi sınıfı, öte yanda ise tüm bu zenginliğe el koyan bir avuç kapitalist vardır. Birinin çıkarına olan, ötekinin zararınadır. Politika, aynı ortak çıkar ve hedefler doğrultusunda bir araya gelmiş olanların bunlara ulaşmasının aracıdır. Dolayısıyla çıkarları ve hedefleri birbiriyle taban tabana zıt olanların ortak politik tutumları da olamaz.

Peki, o zaman nasıl olmaktadır da bir kapitalist ile bir işçi aynı partiye üye olmakta, bazı meselelere aynı yerden bakabilmektedir?

Çıkarları, yaşam tarzları, istem ve arzuları tamamen farklı olan, farklı sınıflara mensup insanlar eğer aynı politik tercihler etrafında bir araya gelebiliyorsa, bu durum söz konusu politikanın kapsayıcılığını değil, taraflardan birinin kendi çıkarı için davranmadığını gösterir. Kendi davası için dövüşmeyen her zaman başkasının davası için dövüşüyordur.

Farklı sınıfsal çıkarlara sahip olanların ortak politik amaçlara sahip olması ne kadar saçma ise, tersi tamamen doğrudur. Çıkarları aynı olanların politik hedefleri de aynı olması gerekir. Yani sorun her sınıfın kendi sınıfsal çıkarlarına uygun bir politik mücadele yürütüp yürütmediğidir. İşçilerin aynı politik hedefler doğrultusunda birleşemiyor oluşu gerçekte düşünce farklılıklarından değil kendi sınıfsal çıkarlarıyla politik tercihleri arasındaki bağlantıyı kuramamasından gelir. 

Emek mücadelesi ve politik mücadele

Bugünün dünyasında işçi sınıfının mücadelesi büyük oranda ekonomik haklar mücadelesine sıkışmış durumda. Dahası, yukarıda da anlattığımız gibi emek mücadelesi ile siyasetin kopmaz bağının reddedilmesi düşüncesi, geniş işçi kitlelerinde kabul de görüyor.

Burjuvazi, siyaseti gerçek sorunların üstünü örten, sahte kutuplaşmalar etrafında dönen bir kayıkçı kavgasına çevirmiş durumda. Bu sayede de başta işçi sınıfı olmak üzere denetim altında tuttuğu kitleleri kendi belirlediği suni gündemlerin peşinden sürükleyebiliyor. Ve özünde bir kumdan kale olan, ama yıkılmaz görünen iktidarını da bu şekilde ayakta tutuyor.

Burjuvazinin en büyük korkusu her zaman işçi sınıfının gerçek gücünün, yani büyük politik gücünün açığa çıkması oldu. Bu yüzden işçi sınıfının politik olarak örgütlenmesi hep yasaklanmaya, siyasal hakları yok sayılmaya çalışıldı. Bu neredeyse 200 yıldır böyledir. Daha kapitalizmin ilk dönemlerinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki kavga politik bir kavgadır. Burjuvazi, başlangıçta işçi sınıfına “oy hakkı” bile vermek istemedi. Sendikaları, yardımlaşma sandıklarını, işçi örgütlerini yasadışı saydı. Ama işçi sınıfı, sendikalaşma hakkına da oy hakkına da sahip çıkarak kararlı bir politik mücadele yürüttü. Bu hakları bugünün işçi sınıfına miras bıraktı. Hatta, bugün çalışma yaşamında temel bir hak olan “8 saatlik iş günü” bile verilen o politik mücadeleler sayesinde kazanıldı. Eğer o günün işçileri tek başına “ekmek derdi”ne düşseydi, burjuvazi işçilere bir lokma ekmek bile vermeye yanaşmazdı.

Burjuvazi, bu gerçeğin farkında olduğu için işçi sınıfı örgütlü politik gücüyle ayağa kalkmasın diye elinden geleni ardına koymuyor. İşçi sınıfının örgütlenmesini kontrol altında tutmak, hak arama mücadelelerini zayıflatmak için hiç eskimeyen bir silah kullanıyor: “Böl, parçala, yönet”. Burjuva siyaset tarafından kaşınan etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel ve siyasal ayrımlar işçilerin bir sınıf olarak birleşmesinin önüne geçiyor. Böylece işçi sınıfının yaşanan toplumsal gelişmelere bir sınıf olarak ortak bir tutum almasını da engelliyor. İşçiler, kendi sınıf çıkarlarıyla değil, her renkten burjuva partisinin kendilerine dayattığı değerlerle ve düşüncelerle olaylara yaklaşmaya başlıyorlar. Kendi sınıf çıkarlarını temsil eden bir partide birleşmek yerine suni kutuplaşmaları temsil eden burjuva partilerinin peşinde birbirine düşman ediliyorlar.

“Ekmek mücadelesi” ile siyasetin birbirinden bağımsız olduğu fikri kısmen buradan da besleniyor. Bin bir türlü araçla her gün kutuplaştırılan işçiler ortak bir “ekonomik çıkar” için harekete geçtiklerinde birliklerini bozacak tartışmalardan da kaçınmaya çalışıyorlar. Ama, patronların ya da devletin, işçilerin birliğini bozmak için her defasında o politik tartışmaları nasıl kaşıdığını çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla çözüm de siyaset yapmamaktan değil, işçi sınıfının siyasetini yapmaktan geçiyor. Ülkeye, dünyaya, toplumsal yaşama işçi sınıfının penceresinden bakmaktan, o pencereden bakarak tutum almaktan geçiyor.

İşçi sınıfının politik gücünü ortaya koymadıkça nihai bir kazanım elde etmesi mümkün değil. İşçi sınıfını siyasetin dışına atan kapitalistler olabilecek en siyasal yöntemlerle işçi sınıfının karşısına dikiliyor. İşçi sınıfı siyasette taraf olmadıkça iş yasaları patronların keyfine göre değiştiriliyor. Grevler yasaklanıyor, toplu sözleşme hakkı gasp ediliyor. Sadece ekonomik haklarına yönelen saldırılarla da değil, burjuvazinin bütün toplumu saran gerici zehri ile en büyük kayıpları her defasında işçi sınıfı yaşıyor. Baskı, sömürü ve savaş düzeni pekiştiriliyor; işçi sınıfı dizginsiz bir kölelik rejimine mahkûm ediliyor.

Bu kısır döngüyü aşmanın yolu, işçi sınıfının politik mücadele sahnesine çıkmasından, demokratik hak ve özgürlükleri uğruna mücadele etmesinden, hepsinden önemlisi ise kendi iktidarı için kavgaya atılmasından geçiyor. Tüm bunları başarabilmek için ise devrimci bir sınıf örgütüne sahip olması gerekiyor.

*-*-*

Katledilen bir işçinin ardından…

Erol Eğrek en ağır koşullarda yaşam savaşı veren milyonlarca işçiden biriydi. Sadece sömürülen milyonlarca işçiden biri değil, patronu için çerez parası olan tazminatı uğruna yıllarca mahkeme kapılarında süründürülen on binlerce, belki de yüz binlerce işçiden biri… Türkmenistan’da Çalık’ın ortağı olduğu bir tekstil fabrikasında 10 yıl çalışmış, yıllardır emeğinin karşılığı olan tazminatını alamamıştı. Tüm Türkiye onun adını öğrendiğinde ise, o hâlâ tazminatını alamamış ama Çalık’ın korumaları onun canını yumruklarla almıştı.

Çalık’ın ve dolayısıyla AKP’nin yandaş televizyonları “Holdinge ateş açan şüpheli öldü” diyerek verdiler Eğrek’in ölüm haberini. Onların bu kirli dilinde şaşılacak bir yan yoktu aslında. Sahibinin sesiyle konuşuyorlardı. Ne Eğrek’in karşılığı ödenmeyen emeği umurlarındaydı ne de ölümüne neden olan yumruklar. Tek dertleri özel mülkiyetin o kutsal dokunulmazlığıydı.

Sosyal medyada ise sözde muhalifler hemen bir linç kampanyası başlattılar Eğrek hakkında. AKP’yi ve bu sömürü düzenini desteklediği paylaşımları ortalığa saçıldı. Çalık ile AKP arasındaki ilişkiyi görmediği için suçlandı. Bu bir suçlama değil de anlama çabası olsaydı yine de anlaşılabilirdi. Gasp edilen hakkı için kendi kafasına silah dayayan, ölümü göze alan bir işçinin sermaye ile siyaset arasındaki bağı neden göremediği üzerine düşünülseydi, o zaman Erol Eğrek’in aynı duruma düşürülen milyonlarca işçiden biri olduğu, ekmek mücadelesi ile bilinci arasındaki çatışmanın nesnel olduğu ortaya çıkardı.

İşçiler bir sınıf olamadığı, olayları bir sınıfsal bakışla yorumlayamadığı sürece burjuvazi onların bilinçlerini de kontrol eder. Kurduğu sömürü düzenini bir bütün olarak görmesine izin vermez, sahte ayrımların peşinde sürükler. İktidar partisinin yandaşı ya da karşıtı olmak bu gerçeği değiştirmez.

Bugüne kadar birçok vesileyle gördük benzer örnekleri. Hatta, 301 madencinin ölümüne neden olan Soma Katliamı’nın ardından bile.

Nasıl ekonomik koşullar tek başına sınıf bilincinin ve kimliğinin oluşması için yeterli değilse, tek başına iktidar partisine karşıtlık üzerine kurulu bir politik bilinç de sınıfsal bir bakış anlamına gelmiyor. İhtiyacımız olan ise sömürü düzenine karşı öfkemizi bir sınıfsal bilinçle, işçi sınıfının politik duruşu ile yoğurmak. Sadece bu kadarı bile sömürü düzeninin sahiplerinin dizlerini titretmeye yetecektir.