Yaşanan ekonomik ve sosyal yıkıma karşı alttan alta mayalanan öfke ve tepki sadece sermayenin saldırılarını püskürtmek için değil, böyle bir çizginin sendikalarımıza hâkim kılınması için de önemli potansiyeller barındırmaktadır. İşçi sınıfı yalnızca kan emici sermaye sınıfına karşı değil, mücadelesini baltalayan ve onurunu zedeleyen sendikal bürokrasiye karşı da mücadele etmek zorundadır.
Türkiye’de hâkim sendikal anlayışın kendi ataletine en büyük bahanelerinden biri işçi kitlelerinin ve işçi hareketinin mevcut durumudur. İşçi hareketi parçalı ve dağınıktır. Yalnızca örgütlülük düzeyi değil bununla bağı içinde bilinç düzeyi de geridir. İşsizlik korkusu, sermayenin devlet eliyle uyguladığı baskı ve zorbalık, her türlü hak arama arayışına getirilen yasaklamalar, geniş işçi kitlelerini mücadeleden alıkoyan başlıca nedenler arasındadır.
Sendika bürokratlarının yeri geldiğinde pek mahir bir biçimde kendi pasifliklerine gerekçe olarak sundukları bu tablo yavaş yavaş değişiyor. Artan hayat pahalılığı, düşen ücretler, toplumu bunaltan baskıya duyulan tepki sınıf içindeki mücadele eğilimini güçlendiriyor. Elbette örgütlülük ve bilinç düzeyindeki gerilik halen en önemli sorun olarak orta yerde duruyor. Ama dayanılmaz hale gelen çalışma ve yaşam koşulları sınıf içindeki mücadele istek ve arayışını adım adım güçlendiriyor.
Sendikalara çöreklenmiş hâkim sendikal anlayış yıllarca ortaya çıkan mücadele arayışlarını bastırdı. Onları denetim altına almaya, en iyi durumda kendi dar çıkarlarına alet etmeye çalıştılar. Birçok grev ve direnişte ihanete varan tutumlar aldılar. Bugün de oluşan öfke ve tepkiyi boş gözlerle izlemenin ötesine geçmiyorlar. Ekonomik ve sosyal saldırıların aldığı boyut işçi sınıfına dönük genel bir saldırı niteliği almasına rağmen, özellikle konfederasyon merkezleri göstermelik eylemlerden bile çoğu zaman uzak duruyorlar.
Peki ne yapıyorlar bu hanımlar ve beyler? Ellerinde uzun talep listeleriyle devletten ve siyasal iktidardan şefaat dileniyorlar.
Her geçen gün birbirine daha çok benzeyen üç konfederasyonun başkanları geçtiğimiz hafta içinde sarayın konuğu oldular. Kamuoyunun Cevdet Yılmaz’ın açıklamasıyla öğrendiği bu davet AKP tarafından hemen “Bütün sosyal taraflarla görüşüyoruz, adımlarımızı öyle atıyoruz” propagandasının malzemesine çevrildi. Konfederasyon başkanları ise diyalog kanallarının açık olmasının öneminden, kendi taleplerini ilettiklerinden dem vurdular. Sanki AKP iktidarı söylenenleri dinleyecekmiş gibi.
Bu söylemler, kriz koşullarında hiçbir şey yapmayan, artık varlık sebebi iktidara payandalık olan Türk-İş ve Hak-İş bürokratları için şaşırtıcı değil. Ama DİSK bürokratları için duruma izahat getirmek o kadar kolay değil.
Sorun iktidarla görüşmesi değil elbette. Savaşta bile düşmanla görüşülür. Sorun, kitlelerde alttan alta biriken öfke ve tepkiyi harekete geçirmek için dişe dokunur hiçbir adım atmayanların, anlamsız bir AKP şovuna sendikal hareketi bu kadar kolay dolgu malzemesi yapmalarıdır. Kendi tarihi üzerine nostalji yapmayı pek seven DİSK yönetimi unutmamalıdır ki, DİSK’i ortaya çıkaran, ‘60’lı yıllarda gelişen işçi hareketinin tam da böyle bir sendikacılık anlayışının içine sığamaması olmuştur.
Mücadele yerine devletin, emek düşmanı siyasal iktidarların şefaatini esas alan sendikal anlayış ‘60’lı yıllarda işçi sınıfının kendi mücadelesi sonucu olarak aşılmıştı. Şimdi de yapılması gereken budur. Gücünü işçi sınıfının mücadelesinden alan, devletin çizdiği sınırları değil kendi meşruluğunu esas alan, kavgadan korkmayan bir çizgi sendikalarımıza yeniden hâkim kılınmak zorundadır.
Yaşanan ekonomik ve sosyal yıkıma karşı alttan alta mayalanan öfke ve tepki sadece sermayenin saldırılarını püskürtmek için değil, böyle bir çizginin sendikalarımıza hâkim kılınması için de önemli potansiyeller barındırmaktadır. İşçi sınıfı yalnızca kan emici sermaye sınıfına karşı değil, mücadelesini baltalayan ve onurunu zedeleyen sendikal bürokrasiye karşı da mücadele etmek zorundadır.
İşçi sınıfının elini kolunu bağlayan sermaye ve devlet güdümlü sendikal düzen yıkılmalıdır!