Kavel’den Greif’e kavga sürüyor!

“Greif İşgali tartışmasız bir şekilde bundan sonra işçi hareketinin yürümesi gereken yolu gösteren özellikleriyle tarihteki yerini aldı. İşçi sınıfının örgütlülüğünün en zayıf, koşulların en olumsuz olduğu bir dönemde ortaya konulan irade ile Greif İşgali, Kavel Direnişi’yle varlığını kanıtlayan işçi sınıfının yeni dönemdeki temsilcisi oldu.”

12 Eylül askeri faşist darbesi sadece ilerici toplumsal muhalefeti ve işçi hareketini ezmekle kalmamış, böylece Türkiye burjuvazisinin neoliberal dünya düzeni ile daha güçlü bir biçimde kaynaşmasının önündeki engelleri de temizlemişti. Dipçik darbelerinin gölgesi altında, 24 Ocak Kararları’yla hedeflenen azgın sömürü düzeninin adım adım hayata geçirilmesinin önü açılmıştı. Bu saldırının işçi sınıfı için karşılığı sadece örgütlülüklerinin dağıtılması olmadı. Aynı zamanda kuralsız bir çalışma rejimi ile o güne kadar elde edilen hakların gasbedilmesi de 12 Eylül’ün işçi sınıfına dayattığı yeni düzenin hedefleri arasındaydı.

Netaş: 12 Eylül sonrasının ilk işaret fişeği

Ağırlaşan çalışma koşullarına ve baskı rejimine rağmen Türkiye işçi sınıfı ilk önemli tepkisini 1986’da Netaş Grevi ile gösterdi. 12 Eylül düzenine teslim olmuş sendikacılar “Bu yasalarla grev yapılmaz!” diyerek sızlanmak dışında hiçbir şey yapmazken, 3150 Netaş işçisi Kasım 1986’da grev kararlılığı ile bir adım öne çıktı. Netaş işçilerinin kararlı duruşu, mücadeleye inançlarını yitirmiş ve zihinlerini sömürü düzenine teslim etmiş sendika bürokratlarına etkili bir tokat olmakla kalmadı. Yanı sıra faşizm koşullarında sömürü düzenine karşı öfkesi büyüyen işçiler için de bir işaret fişeği oldu. 12 Eylül’ün ardından yıllar boyunca dişe dokunur tek bir grev gerçekleşmezken, Netaş’ın ardından bir yıl içinde greve çıkan işçi sayısı 30 bine ulaştı. 1987’de özellikle deri işçileri Kazlıçeşme’de gerçekleştirdikleri militan grevlerle sömürü düzenine kök söktürdüler.

12 Eylül karanlığına ilk tepkiyi veren işçi sınıfı böylece toplumdaki öncü rolünü de bir kez daha gösteriyordu. Tüm dünyada neoliberalizm rüzgarları eserken, Türkiye işçi sınıfı faşizm koşulları altında hayata geçirilen neoliberal sömürü uygulamalarına öfke biriktiriyordu.

Bahar Eylemleri

Netaş işçilerinin çaktığı kıvılcım 1989’da yangına dönüştü. Sonu gelmeyen hak kayıplarına biriken öfke 1989 baharında kamu işçilerini harekete geçirdi. Böylece Türkiye tarihinin en yaygın ve kitlesel işçi eylemleri olan “Bahar Eylemleri” başladı. Kamu toplu sözleşmelerinde yaşanan tıkanma ile başlayan eylemler önce destek eylemleri biçiminde, ardından ise hak talepleri ile özel sektöre sıçradı. Açığa çıkardığı taban inisiyatifi örnekleri ile sendikal kastı da zorlayan Bahar Eylemleri, aynı zamanda 900 civarında alt kademe sendika bürokratını koltuğundan etti. Bahar Eylemleri’nin zirve noktası ise maden işçilerinin 1991 yılının ilk günlerinde gerçekleştirdiği Büyük Madenci Yürüyüşü oldu. 4-8 Ocak tarihleri arasında Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyen maden işçilerinin önü Mengen’de kurulan jandarma barikatları ile kesildi. İşçiler bu barikatı aşacak bir kararlılığa sahip olsalar da, sendikal bürokrasinin ihanetini aşacak bir bilinç ve örgütlülük düzeyinden yoksun oldukları için yürüyüş burada sona erdi. Sonraki yıllarda işçi hareketinin gelişiminin önündeki en önemli engellerden biri olacak olan sendikal bürokrasi gerçeği Mengen’le birlikte ağırlığını hissettirmeye başlamıştı.

Mengen ve ardından yaşananlar 12 Eylül sonrası işçi hareketinin iki önemli zaafına işaret ediyordu. Bu zaaflardan ilki, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, sendikal bürokrasiyi aşacak bir bilinç ve örgütlülük düzeyinin halen uzağında olması gerçeğiydi. 12 Eylül öncesinde tabanın mücadele kararlılığı ile öne çıkmak zorunda kalan sendika yöneticileri, 12 Eylül’ün ardından artık işçi hareketini dizginlemenin araçlarına dönüşüyorlardı. Mengen’in hemen ardından Körfez Savaşı bahanesi ve milli güvenlik gerekçesi ile tüm grevlerin yasaklanması ise işçi hareketinin siyasallaşmasının zorunluluğunu gösteriyordu. İşçi hareketinin yoluna güçlenerek devam edebilmesi için, sermaye-devlet-sendikal bürokrasi şer ittifakını karşısına almaktan başka bir şansı yoktu.

Neoliberal saldırı politikalarıyla birlikte ağırlaşan çalışma ve yaşam koşullarına karşı bir arayış içinde olsa da işçi hareketinin bilinç ve örgütlülük planında taşıdığı zayıflık sendikal bürokrasi sorununu çok daha yakıcı bir şekilde ön plana çıkardı. DİSK’in 1992’de yeniden kuruluşu da bu çıplak gerçeği bir kez daha ortaya serdi. 12 Eylül öncesinde işçi sınıfının düzen dışına taşan öfkesinin ve arayışının simgesi olan DİSK, bu yeni dönemde sendikal bürokrasinin sol versiyonu olarak sahneye çıktı.

1990’lı yıllarda sınıf hareketinin önemli bir diğer dinamiği ise kamu emekçileri oldu. Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı talebiyle harekete geçen kamu emekçileri, 1998 yılının 4-5 Mart’ına kadar uzanan kararlı mücadeleleri ile Ankara’da Kızılay Meydanı’nı zapt ettiler ve sahte sendika yasasını geri püskürttüler.

Biri 1991 yılında Büyük Madenci Yürüyüşü’nün hemen öncesinde diğeri ise 1994 yılında ekonomik kriz koşullarında gündeme gelen genel grev yönelimleri ise sendikal bürokrasinin hava boşaltma girişimleri olmanın ötesine geçemedi. 1990’lı yıllar boyunca sınıf hareketi daha çok iş yeri düzeyindeki örgütlenme ve hak alma mücadeleleriyle, lokal eylemler biçiminde kendini ortaya koydu.

Birleşik bir işçi hareketinin inşa edilebilmesi için önemli bir olanak, bu yılların sonunda Mezarda Emeklilik Yasa Tasarısı’na karşı verilen mücadelede açığa çıktı. Ankara’da yüz binlerce işçinin katıldığı bir merkezi mitingle yanıtlanan mezarda emeklilik saldırısı, 17 Ağustos depreminin ardından yangından mal kaçırırcasına hayata geçirildi.

Böylece işçi sınıfı AKP’li yıllara böylesine önemli bir imkânı değerlendirememiş olarak girdi. Bir yandan olduğu kadarıyla birleşik karakterden uzak iş yeri temelli yerel hak alma ve örgütlenme mücadeleleri devam ederken, diğer yandan işçi sınıfı ideolojik, politik ve örgütsel bir saldırı dalgasının altındaydı.

AKP’li yıllar

Türkiye burjuvazisi için AKP’li yıllar, işçi sınıfına karşı tek partili hükümetin avantajlarını kullanarak istikrarlı saldırılarını yoğunlaştırdığı bir dönem oldu. AKP’nin işbaşına gelir gelmez meclisten geçirdiği yeni iş yasası, taşeronlaştırma başta olmak üzere kölece çalışma uygulamaları ve elbette özelleştirmeler sayesinde, 12 Eylül’den beri adım adım gündeme getirilen neoliberal saldırılar kararlı bir şekilde devreye sokuldu.

İşçi hareketi AKP’li ilk yıllarda da lokal eylem ve direnişlerle yoluna devam etti. Kapitalist sömürü düzeni palazlanmaya devam ederken, işçi sınıfı da yoğunlaşan sömürü koşulları karşısında özellikle orta ölçekli işletmelerde sendikalaşma mücadelesi verdi.

İşçi sınıfı 2008 krizine de büyük oranda örgütsüz ve savunmasız bir şekilde yakalandı. AKP şefinin utanmazca “teğet geçti” dediği krizde 500 binin üzerinde işçi işini kaybetti. Bu çapta bir kıyıma verilen yanıt ise çoban ateşi olmak sınırlarında kalan tekil direnişler oldu.

AKP’nin neoliberal politikaları uygulamak konusundaki ısrarlı ve kararlı tutumu işçi hareketi için yeni bir dönemin kapısını araladı. Bu yeni dönem, neoliberal politikaların temel bir ayağı olan özelleştirme saldırılarına tepki olarak, 2009 yılında Tekel işçilerinin harladığı direniş ateşi ile açıldı. 12 Eylül’ün ardından sayısız kez tanık olduğumuz gibi, umutsuzluğun ve işçi sınıfının kolektif gücüne inançsızlığın kol gezdiği günlerde, Tekel işçileri sermaye devletinin başkentinde işçi sınıfının gücünü dosta ve düşmana hatırlattılar. Tekel işçilerinin açtığı yoldan tek tek iş yerlerinde yaşanan sendikalaşma girişimleri hız kazandı. Kamuda çalışan taşeron işçilerin kadro mücadelesi gün yüzüne çıktı. Türkiye kapitalizminin bel kemiğini oluşturan birçok işletmede yıllardır suskunluğa gömülmüş işçiler seslerini yükseltmeye başladılar.

12 Eylül’ün ardından Türk Metal çetesinin esaretine teslim edilen stratejik fabrikalarda çalışan metal işçileri, 1998 yılında TİS ihanetine verdikleri sınırlı tepki dışında ilk görünür tepkiyi 2012 yılında Bosch’ta verdiler. Türk Metal sendikasından istifa ederek DİSK’e bağlı Birleşik Metal’e üye olmak isteyen Bosch işçilerinin mücadelesi, Türkiye kapitalizminin belkemiğini oluşturan işletmelerde de işçilerin artık yaşadıkları sömürü koşullarına karşı tepkisiz kalmayacağının önemli bir göstergesi oldu.

Sermaye devletinin desteği ve sendikal bürokrasinin yalpalamaları nedeni ile Bosch işçilerinin mücadelesi hedefine ulaşamasa da ardından gelecek daha büyük mücadelelerin işareti oldu. Artık her bakımdan teşhir olan sendikal bürokrasi, 2015 yılında Metal İşçileri Birliği’nin öncü müdahalesi sayesinde derinlik ve süreklilik kazanan Metal Fırtına ile metal işçisi tarafından hedef tahtasına oturtuldu. Binlerce işçi Türk Metal’den istifa ederken, onlarca fabrikada sermaye-sendikal bürokrasi iş birliğine karşı günlerce süren iş durdurma eylemleri gerçekleşti.

Metal Fırtına’nın bir yıl öncesinde ise İstanbul’da bir çuval fabrikasında Kavel’den miras kalan bayrak dalgalandırılmış, bu eylem işçi hareketinin devrimci geleceğinin bir işareti olmuştu. Greif’te sömürü koşullarına ve taşeron düzenine karşı başlayan örgütlenme mücadelesi, uluslararası bir tekel olan Greif sermayesinin pervasız tutumu karşısında işgal eylemine dönüştü. 60 gün süren işgal eylemleriyle Greif işçileri, devrimci önderliğin gücü ile nelerin başarılabileceğini dosta düşmana gösterdiler. Sermayeye ve sendikal ağalık düzenine kök söktüren Greif İşgali’ni sona erdirmek ancak dizginsiz bir devlet terörü ile mümkün oldu.

Greif İşgali tartışmasız bir şekilde bundan sonra işçi hareketinin yürümesi gereken yolu gösteren özellikleriyle tarihteki yerini aldı. İşçi sınıfının örgütlülüğünün en zayıf, koşulların en olumsuz olduğu bir dönemde ortaya konulan irade ile Greif İşgali, Kavel Direnişi’yle varlığını kanıtlayan işçi sınıfının yeni dönemdeki temsilcisi oldu.

O günden bugüne işçi hareketi parçalı bir hareket olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından devreye sokulan baskı politikalarından en sert şekilde etkilenmesine karşın işçi sınıfı haklarına sahip çıkmak için direnmeye devam ediyor. Parçalı ve dağınık bir karakterde devam eden bu hareketi birleşik, kitlesel, militan bir sınıf hareketine dönüştürmek ise, ancak ve ancak Greif Direnişi’nin açtığı yoldan yürümekten, sınıfa karşı sınıf duruşu ile mücadeleyi büyütmekten geçiyor.