Geçtiğimiz günlerde CHP’nin Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı “seçilirsek belediye kapıları DEM Parti hariç herkese açık olacak” dedi. Böylece DEM partiye oy veren milyonlarca insana belediye kapılarının kapatılması gerektiğini savunmuş oldu. Halkları karşı karşıya getiren bu tür sözlerin seçim süreçlerinde neden söylendiği iyi kötü herkes tarafından biliniyor aslında.
Yerel seçim süreçleri sermaye partileri için, adaylar içinde kimin daha fazla yalan ve boş vaat verebildiği üzerine kurulu. Bu yalanları ve boş vaatleri, ülkenin hangi şehrinde olduğuna göre değişebilen ilkesiz ve ahlaksız söylemler tamamlıyor. Düşününüz ki, bunu söyleyen belediye başkan adayı hızla partisi tarafından tekzip ediliyor. İstanbul adayı daha da ileri gidip bu kişinin partiden uzaklaştırılmasını istiyor. Partinin çaresiz genel başkanı orasından burasından çekiştirerek bir orta yol arıyor, vb…
Bunlar elbette dili, kültürü, ulusal ve siyasal hakları yok sayılan Kürt halkından oy alabilmek ya da tersinden “bölünme” korkusu yaratıp milliyetçi-şoven duyarlılıkları yüksek olan kesimlerin desteğini sağlayabilmek için yapılıyor. İşte düzen siyasetinin seçim oyunları böyle işliyor.
Ama sorun yerel seçimlerden öteyedir. Sermaye düzeninin harcında bölücülük, ayrımcılık, yeri geldiğinde baskı ve zorbalık vardır. Dinsel, mezhepsel, etnik ayrımcılık işçi ve emekçileri bölmek, denetim altında tutabilmek, sömürü düzeni için rızasını devşirmek için etkili bir araç olarak her dönem kullanılmıştır. AKP, MHP, CHP ve diğer sermaye partileri, tümü de etnik ya da dinsel önyargıları hep istismar etmişlerdir. Bu onların sömürü ve baskı düzenlerini ayakta tutabilmek için en önemli silahlarından biri olmuştur.
Özellikle işçi sınıfının 1960’lı yıllardan itibaren gelişen mücadelesinin karşısına din ve milliyet temeli üzerine kurulmuş gerici yaklaşımlar çıkartılmıştır. Bu yaklaşımlar AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana ise toplum yaşamında çok daha belirgin bir ağırlık kazanmış, işçi sınıfı ve emekçilerin geniş kesimlerini etkisi altına alan derin kutuplaşmalara yol açmıştır. Bu yapay kutuplaşmadan kârlı çıkan ise sermaye sınıfı olmuştur.
Farklı inanç ve kimliklerden oluşan Türkiye işçi sınıfının düzenin bu oyunlarına düştüğü, yapay kutuplaştırmaların dolgu malzemesi olduğu sürece kendi birliğini sağlaması mümkün değildir. Zaten bu söylem ve politikaların en büyük amacı, ezilen ve sömürülenlerin ortak mücadelesini engellemektir.
Biz işçiler öncelikle şunu anlamak zorundayız. Diyarbakır’da Kürtçe selam veren, Sakarya’da “tek devlet, tek millet” nakaratını tekrarlayan saray iktidarı ile Afyon’da ırkçılık yaparak seçim kazanmaya çalışan CHP’li aday bu düzenin sadece farklı yüzleridir.
Çözüm her dinden, her mezhepten, her ulustan işçilerin kendisi için neyi hak görüyorsa bir başkası için de aynı şeyi istemesinden geçmektedir. İşçi sınıfı baskı ve ayrımcılık politikalarına karşı çıkmalı, herkesin kendi dilini, kültürünü istediği gibi yaşamasını savunmalıdır. Türkler ve Kürtler arasında kardeşçe birlikte yaşamın ancak iki halk arasında tam eşitlik koşullarında sağlanabileceğini unutmamalıdır.
Böyle bir düzeni kurmak için ise her milliyetten işçiler sınıf kimliği altında bir araya gelmelidir. İşçi sınıfı “vatan, millet, Sakarya” edebiyatının arkasına saklanmış milliyetçi-şoven politikalarla mücadele etmeden kendi birliğini kuramayacaktır. Bu baskı ve sömürü düzeninin her türlü saldırısına karşı direnmenin yolu 1 Mayıs alanları kadar Newroz meydanlarından da geçmektedir. Yaklaşan Newroz tüm bu baskı ve ayrımcılık politikalarına yanıt olmalı, birliğin ve kardeşliğin adımlarının güçlendiği bir gün haline gelmelidir.