“Dünya halklarının kaderini belirleyen anti-faşist zaferin tüm onuru komünistlerindir. Yalnızca Sovyetler Birliği’nde değil, Avrupa’da da son derece elverişsiz koşullarda ve büyük olanaksızlıklar içinde en önde mücadeleye atılanlar ve en ağır yükü omuzlayanlar onlar olmuşlardır.”
İnsanlık tarihinin tanık olduğu en kanlı ve en tahrip edici savaş oldu ikinci emperyalist dünya savaşı. Modern barbarlık sistemi olan kapitalist emperyalizmin yol açtığı akıl almaz bir kıyım savaşıydı bu. 60 ülkeyi içine alan bu savaşta 50 milyon insan yaşamını yitirdi, 55 milyon insan sakat kaldı.
Bunalım içinde debelenen kapitalizmin özbeöz çocuğu olarak yükseldi Hitler… Sosyalizmi kurma yolunda önemli mesafeler alan Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın saldırı üssü olarak kullanıldı Alman faşizmi… Bunalımın yol açacağı bir devrimci dalga korkusuyla da hareket eden emperyalist Batı, Sovyetler Birliği’nin tüm çabalarına rağmen Hitler’in ilerleyişini durdurmak için kayda değer hiçbir şey yapmadı. Savaş başladığında Alman orduları 8 ay gibi kısa bir süre içinde Batı Avrupa’nın önemli bir bölümünü ele geçirdiler. Böylece Batı’yı sağlam bir cephe gerisi haline getiren Hitler, bu işgal sayesinde daha da güçlendirdiği savaş makinasını Sovyetler Birliği üzerine sürdü.
Bütün güçlerini seferber eden, son derece donanımlı ve deneyimli bir orduya sahip bulunan Alman faşizmi birkaç ay içinde Sovyet topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirdi. Alman tümenleri Leningrad, Moskova ve ardından Stalingrad’a dayandı.
Sosyalizmin ilk ciddi sınavıydı bu savaş. Batılı emperyalistler sosyalizmin bu ilk devletinin savaşın yıkıntıları altında kalacağı beklentisi içindeydiler. Ancak Hitler’in faşist sürüleri Volga’dan öteye geçmeyi başaramadılar. Yalnızca Kızıl Ordu ile değil, dişiyle tırnağıyla savaşan özverili ve kararlı bir halkın topyekûn direnişiyle karşı karşıya kaldılar. Stalingrad’da yalnızca sokak sokak, ev ev değil, oda oda verilen inanılmaz bir direniş ortaya konuldu; taşla, bıçakla, sıcak suyla savaşıldı. 182 gün büyük olanaksızlıklar içinde sürdürülen böylesine özverili bir direniş sayesindedir ki Stalingrad düşmana geçit vermedi. Moskova’da ve Leningrad’da emekçiler tarafından halk alayları kuruldu. Leningrad tam 900 gün faşist kuşatmaya direndi. İşçiler, kolhozcu köylüler ve aydınlardan oluşan savaşçı birlikler, Kızıl Ordu ile kenetlenerek Alman faşist sürülerini geri püskürttüler. İşgal bölgelerinde de yoğun bir partizan savaşı yürütülerek, böylece Alman ordusuna ağır kayıplar verdirildi.
“Hitler bir imha savaşı istiyor. Ona istediğini vereceğiz!” demişti Stalin. Sosyalist Sovyet ülkesi bu vaadi büyük bir kahramanlıkla gerçekleştirdi. Olağanüstü bir çaba ile bütün güçlerini seferber eden Sovyet halkları, sonunda bu insanlık düşmanı savaş makinasını imha etmeyi başardılar.
Bu nasıl mümkün olabilmişti?
Bu savaşta karşı karşıya gelen iki karşıt toplumsal-politik sistemdi. Kapitalist sistemin çürümüşlüğünün ve kokuşmuşluğunun en çıplak ifadesi olan Alman faşizmi, sosyalizme karşı bir ölüm-kalım savaşı açmıştı. Sovyet halkı bunun bilincindeydi. Büyük acılara ve yoksunluklara katlanarak yepyeni bir toplumu kurmanın mücadelesine girişmiş ve bunda önemli mesafeler elde etmiş olan Sovyet insanı, davasının haklılığına derinden inanıyordu. Uğruna savaşacağı sağlam değerlere sahipti. Bunun sağladığı moral üstünlükle olağanüstü bir savaşma gücü ortaya koyabildi. Bütün bir ülke adeta tek bir savaş karargâhı haline getirildi. Kızıl Ordu ile, onunla omuz omuza savaşan bir halkın, Sovyet halkının zaferiydi elde edilen…
Sovyet halkı kendi güç ve olanaklarıyla Hitler’i ülkesinden kovmakla kalmamış, hızla Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. En önemlisi de Sovyet rejimi Avrupa halkları nezdinde büyük bir itibar kazanmıştı. Avrupa’da gelişen direnme hareketi giderek güçleniyor ve komünistler anti-faşist halk hareketinin öncü güçleri haline geliyorlardı. Komünist partilerinin üye sayısı büyük bir hızla artmaya başlamıştı. Emperyalistlerin söz verdikleri “ikinci cephe”yi açmayı biraz daha geciktirmeleri durumunda, Avrupa’ya zafer bayrağı tümüyle Sovyetler Birliği ve devrim yolunu tutacak halklarca dikilecekti.
Emperyalist Batı tarafından büyük bir başarı olarak sunulan Normandiya Çıkartması’nın savaşın gidişatında tayin edici rolü olmamıştır. Gerçek “ikinci cephe” bu ülke halkları tarafından açılmıştır. Çıkartma, ancak Sovyetler Birliği’nin büyük bir kısmı düşmandan temizlendikten ve Kızıl Ordu Polonya’ya girdikten sonra, 6 Haziran 1944’te yapılmıştır.
Bu savaşta İngiliz ve Amerikan ordusunun kayıplarının toplamı yalnızca 500 bin civarındadır.
Anti-faşist zaferin tüm onuru komünistlere aittir!
Dünya halklarının kaderini belirleyen anti-faşist zaferin tüm onuru komünistlerindir. Yalnızca Sovyetler Birliği’nde değil, Avrupa’da da son derece elverişsiz koşullarda ve büyük olanaksızlıklar içinde en önde mücadeleye atılanlar ve en ağır yükü omuzlayanlar onlar olmuşlardır. Direniş boyunca yalnızca Fransa’da 75 bin komünist kurşuna dizilmiştir. İtalya’da katledilen komünist sayısı ise 40 bindir.
Tüm bu tarihi gerçeklere rağmen, Batılı emperyalistler ve Rus emperyalizminin yeni temsilcileri yıllardır, gerçek sahibi sosyalist Sovyet ülkesi ve dünya halkları olan anti-faşist zaferi kendi zaferleri olarak sunuyor ve kutluyorlar.
Anti-faşist zaferin 79. yılı ise, emperyalist savaş ve saldırganlığın özellikle Batılı emperyalistler eliyle tırmandırıldığı bir dönemde kutlanacak. Yıllardır Ukraynalı faşistleri besleyip büyüten ve insanlığı büyük bir yıkıma sürükleyecek yeni bir dünya savaşının fitilini ateşleyebilecek bir sürecin önünü açan emperyalist Batı, bir kez daha tam bir ikiyüzlülükle anti-faşist zaferi sahiplenecek. Fakat hiçbir çaba, bu savaşın gerçekte iki sistem arasında yaşandığını ve zaferin sosyalizmin ilk ülkesinin kahramanca direnişi sayesinde kazanıldığını unutturamayacak.