Krizin AKP’sinden AKP’nin krizine…

Sonuç ortadadır. AKP, Türkiye’yi dünyanın 10 büyük ekonomisi içine sokmak, 10 trilyon dolar milli gelir, 25 bin dolar kişi başına milli gelir söylemi ile çıktığı yolda dünya kapitalizminin en kırılgan ekonomisini inşa etmiştir. Bu hazin tablonun faturası ise her zaman olduğu gibi bir kez daha işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına yüklenmiştir.

AKP, Türkiye kapitalizminin 1990’lı yıllar boyunca peş peşe sürüklendiği krizlerin ardından hükümet partisi oldu. 1994, 1998 ve son olarak 2001 krizleri, neoliberal dünya düzeni ve ona uyum noktasında yaşanan sorunları ortaya sererken, ona biçilen rol bu sorunlara çözüm üreterek Türkiye’nin neoliberal politikalara entegrasyonunu tamamlamaktı. Zira bu yola temelde 12 Eylül askeri faşist darbesi ile girilmiş olsa da ‘90’lı yıllarda dönemin işçi hareketinin direnci ve siyasal belirsizlik koşulları bu “yeni düzenin” ihtiyacı olan “yapısal reformlar”ın gerçekleşmesine engel olmuştu. Siyasal İslam gömleğini o gün için rafa kaldıran AKP ise bu görevi yerine getirmek için özel olarak hazırlandı.

Söz konusu “yapısal reformlar” arasında özelleştirmelerin ve çalışma yaşamının düzenlenmesi adı altında esnek ve kuralsız sömürü biçimlerinin hayata geçirilmesinin özel bir yeri olduğu biliniyor. Bu iki başlık 12 Eylül ile birlikte hayata geçirilmeye çalışılan neoliberal programın işçi sınıfı için taşıdığı anlamı özetler niteliktedir. İthal ikameci sanayileşmeden ihracata dayalı sanayileşme modeline geçiş olarak tanımlanan bu sürecin işçi sınıfına yansıması düşük ücretler, taşeronlaştırma ve ağırlaşan çalışma koşullarıdır.

Buna rağmen AKP, ilk döneminde bu neoliberal dönüşüm programını ciddi bir engelle karşılaşmadan hayata geçirebilmiştir. Bu “başarı”sında ise uluslararası sermayeden aldığı desteğin özel bir rolü vardır. Yaşanan hızlı sıcak para girişleri işçi sınıfında ve toplumun geniş kesimlerinde yanılsamalara neden olmuştur.

Ne var ki bu sınırlarda ve temelde sermaye sınıfının ihtiyaçlarına yanıt veren bu “başarı” hikayesinin AKP’nin eseri olduğu düşüncesi de bir yanılsamadır. Türkiye’de AKP eli ile yürütülen bu politikalar emperyalist merkezlerin bağımlı ülkeleri neoliberal dünya düzenine eklemlemek adına gündeme getirdikleri politikalardır. Bu politikaların belirlendiği ve denetlendiği temel merkez ise IMF’dir.

Tüm iktidarı boyunca AKP’nin Türkiye’nin neoliberal dünya düzenine eklemlenmesi noktasında kendisine verilen görevi yerine getirmek için yoğun bir çaba sarf ettiğini, bu yanıyla efendilerine hizmette kusur etmediğini ifade etmek gerekiyor.

Hizmette başarının sınırları ve 2008 krizi

O günlerde ABD’den başlayarak dünyanın emperyalist merkezlerini kasıp kavuran kriz AKP şefinin iddiasına göre Türkiye’yi “teğet” geçmişti. Ne var ki dünya ekonomisinin ortalama olarak yüzde 2 civarında küçüldüğü 2008 krizinde Türkiye ekonomisi neredeyse yüzde 5 oranında küçüldü, 500 binin üzerinde kişi işsiz kaldı. Ve bu tablo Türkiye ile benzer koşullara sahip ülkelere krizin yansımalarının daha geç bir evrede, 2012 yılından itibaren hissedilmeye başlamasına rağmen yaşandı.

2008 krizinin Türkiye’ye yansımaları bu sınırlarda da değildir. O güne kadar sıcak para girişleri ile “şaha kalkan” Türkiye ekonomisi krizin ardından emperyalist merkezlerin sıcak para akışını yavaşlatması ile birlikte içinden çıkamadığı bir girdaba doğru sürüklenmeye başladı. Benzer bir süreç COVİD-19 pandemisinin yol açtığı ekonomik daralma ile bir kez daha yaşandı, muslukları kapanan Türkiye ekonomisinin baş aşağı gidişi daha da hızlandı.

AKP şefinin her fırsatta “dış güçlerin oyunu”, “ekonomik darbe” olarak manipüle etmeye çalıştığı gelişmelerin arka planında yaşanan çıplak gerçek budur. Neoliberalizm 2008 krizi ve COVİD-19 salgınının yol açtığı ekonomik daralma ile duvara toslarken emperyalist devletler kendi ekonomilerini kurtarma derdine düştüler. Dış kaynaklı sıcak para girişi ile ayakta tutulan Türkiye ekonomisi ise bu politika değişikliğinin sonuçlarını çok daha ağır bir şekilde hissetti. Buna yıllar boyunca akan kaynakların yandaş sermaye çevrelerini ihya etmek için nasıl çarçur edildiğini eklediğinizde AKP’nin ekonomi politikasının hazin sonunu görmek hiç de zor olmuyor bu nedenle.

Tam da bu yüzden AKP şefinin faiz lobisine, finans baronlarına atıp tutmasının boş efelenmeler dışında bir anlamı bulunmuyor. Onun yaptığı hiç kapanmayacağını sandığı sıcak para musluğu kısılınca oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi ağlamaktır sadece. Yoksa AKP’nin ne faiz lobisi ile ne finans baronları ile bir alıp veremediği yoktur. İşler kendi istedikleri gibi giderken onları yere göre sığdıramayan, baş tacı eden de kendisinden başkası değildir.

2008 krizinin etkilerinin bağımlı ülkeleri de içine alarak derinleşmesi AKP için artık denizin bittiği noktadır. Tek adam rejimi ile birlikte ekonomi politikalarında gündeme gelen yön değişiklikleri ise çöküşün tuzu biberi olmuştur. “Faiz sebep enflasyon sonuç” safsatası, Kur Korumalı Mevduat icadı, Merkez Bankası ile yapbozla oynar gibi oynaması ve sayılabilecek kapitalizmin topyekûn mantıksızlığını da aşan diğer akıl dışı politikaları ile bu evreden sonra AKP’nin attığı her adım krizi daha da derinleştirmek dışında bir sonuç üretmemiştir. Sözde yüksek teknolojiyi esas alan “yerli ve milli sanayi” atılımı ile Karadeniz ve Akdeniz’de doğal kaynak “arayışları”nın ise işçi ve emekçileri manipüle etme çabası dışında bir anlamı ve karşılığı yoktur. Yine batı emperyalizminden umudunu keserek Körfez sermayesine yönelme ve sıcak para ihtiyacını oradan karşılama çabası da hüsranla sonuçlanmıştır onun için.

Sonuç ortadadır. AKP, Türkiye’yi dünyanın 10 büyük ekonomisi içine sokmak, 10 trilyon dolar milli gelir, 25 bin dolar kişi başına milli gelir söylemi ile çıktığı yolda dünya kapitalizminin en kırılgan ekonomisini inşa etmiştir. Bu hazin tablonun faturası ise her zaman olduğu gibi bir kez daha işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına yüklenmiştir.

Şimdi ise yarattığı bu yıkım tablosundan bir kez daha emperyalist efendilerinin yamacına girerek kurtulmak istiyor. Eğer hedefine ulaşabilirse yıllarca onun sayesinde zenginliklerine zenginlik katan sermaye çevreleri daha da zenginleşecekler. Eğer hedefine ulaşabilirse işçi sınıfı “yapısal reformlar” adı altında 2000’li yılların başında karşılaştığından çok daha ağır bir saldırı dalgası ile karşı karşıya kalacak. Eğer hedefine ulaşabilirse kapitalistler, emperyalist efendiler kazanacak; işçi sınıfı kaybedecek.

Bu gidişe “Dur” demek, kesilen faturayı reddetmek, krizin faturasını onu yaratanlara ödetmek ise bizlerin elinde, işçi sınıfının elinde…

*-*-*

AKP’li yıllarda işçi sınıfı

AKP iktidara geldiği tarihten itibaren kesintisiz “emek karşıtı bir program” uyguladı. Kazanılmış hakların baskılanmasına, ücretlerin reel olarak gerilemesine ve örgütsüzlüğün yaygınlaştırılmasına dayanan politikalar, yoksullaşmanın derinleşmesi ile sonuçlandı. Söylemi ne olursa olsun AKP, emeğe saldırı politikalarında hep tutarlı ve kararlı oldu. AKP iktidarı boyunca Türkiye ekonomisi küresel rekabette yer kapma hevesiyle büyürken işçi sınıfı ve emekçilerin bu büyümeden aldığı pay ise her geçen gün biraz daha küçüldü.

Bugün Türkiye’de işçilerin yarısından çoğu asgari ücrete mahkûm edilmiştir. 2002’de ortalama ücretler asgari ücretin yaklaşık üç katına yakınken bugün asgari ücret ortalama ücret olmuştur. Aynı süreçte sermayenin toplam gelirden aldığı payın hızlı bir artış göstermesi de tesadüf değildir. TÜSİAD, MÜSİAD gibi sermaye örgütlerine bağlı sermayedarların kârları yaklaşık 4 katına çıkmıştır.

AKP sınıfa dönük saldırılarına 4857 Sayılı İş Kanunu’nu çıkararak başlamıştır. Çıkartılan yeni iş yasasıyla birlikte, 12 Eylül karanlığında bile hayata geçirilemeyen saldırılar sırasıyla gerçekleşmiştir. “Geçici İş İlişkisi”, “Kısmi Süreli İş Sözleşmesi”, “Çağrı Üzerine Çalışma”, “İş Zamanı Denkleştirilmesi”, “Telafi Çalışması”, “Fazla Çalışmada Ücret Ödenmesinin Sınırlandırılması” ve “İş Güvencesi”ne ilişkin eski yasada var olan hükümlerin daraltılması yeni iş yasasının belli başlı düzenlemeleridir. Bu durum sonrasında birçok işkolunda esnek ve güvencesiz çalışmayı alabildiğince yaygınlaştırmıştır.

Çalışmanın esnekleştirilmesi, taşeronlara bölünmesi, sömürünün artmasına ve kuralsızlığın yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Alınmayan basit iş güvenliği önlemleri yüzünden 30 binin üzerinde işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir.

Özal-ANAP döneminde başlayan özelleştirme saldırısı, AKP iktidarı döneminde hız kazandı. Öyle ki özelleştirmelerin yüzde 86’sı AKP döneminde gerçekleşmiştir. Özelleştirmeler KİT’lerde çalışan kamu işçilerinin güvencesiz ve daha ağır koşullara maruz kalmasına yol açmıştır. Öte yandan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanların ticarileşmesi ve kamu hizmetlerinin taşeron sistemi yoluyla yapılması da AKP’nin uygulamaya çalıştığı politikalardan biri olmuştur.

AKP iktidarı Türkiye kapitalizminin dizginsiz, kuralsız ve orman kanunlarının geçerli olduğu bir dönemini temsil ediyor. Çürümüş kapitalizmin çürümüş iktidarı olarak AKP yalnız sermaye düzeninin toplamına hizmet etmekle kalmadı, 20 yıllık iktidarı boyunca kendine bağlı özel bir sermaye grubu da yarattı. Onun sınıf düşmanı kimliği, işçi sınıfının eylem ve mücadelesine duyduğu kin biraz da buradan geliyor.