Söz konusu olan insan hayatını korumak değil de daha fazla kâr elde etmek olduğunda, yapılabilecek şeylerin sınırı belirsizleşmeye başlar. Kâr ettikçe daha fazlasını istersiniz. “Masum” kalem oynatmaları yasal düzenbazlıklara döner, yasal düzenbazlıklar da gözü dönmüş caniliklere… Yaşananlar da bundan başka bir şey değil zaten.
Sağlıkta ticaret ölüm demektir! Hiçbir olay yıllardır dile getirdiğimiz bu çıplak ve acımasız gerçeği “Yenidoğan çetesi” skandalı ile ortaya saçılan pislikler kadar can yakıcı bir şekilde yüzümüze vurmadı.
Hükümet sözcülerine ve yandaş gazetecilere bakılırsa, yaşananlar bir avuç insanlıktan çıkmış kendini bilmezin kurduğu çetenin eseriydi. Hatta korkusuz, baş eğmez ve vatan sevdalısı tek bir savcı bu cinayet şebekesini çökertmeye yetmişti. Mide bulandıran sineklerin kafası ezildiğine, savcı da kahraman ilan edildiğine göre, bu skandalın nasıl yaşandığını düşünmeye gerek yoktu. Ne de olsa Türkiye’de dünyaya örnek oluşturan bir sağlık sistemi vardı!
Ne var ki, tam bir buçuk yıl boyunca “delil toplamak” adına bebeklerin katledilmesine göz yuman bir adalet sistemi ile yüz yüzeyiz. Doktorundan hemşiresine, hastanesinden 112 servisine kadar kurduğu ağ ile insan hayatını kurtarmak için ettiği yemini hiçe sayanları üreten bir sağlık sistemi duruyor karşımızda. Dolayısıyla, SGK’yı soyup soğana çevirmek için el kadar bebeklerin ölümüne göz yuman bir düzeni yaratan, o “dünyaya örnek sağlık sistemi”nden, dünyanın en büyük adliye binalarına sahip olmakla övünen “adalet” sisteminden başka bir şey değil.
Burada konumuz olayın adalet sürecinde yaşanan çarpıklıklar, bir savcının sırf işini yaptığı için kahraman ilan edilmesi değil. Ama bebek katili bir çetenin savcıları tehdit edebilecek bir öz güveni sergileyebilmesinin tam da hukuk sistemindeki çarpıklıklar sayesinde mümkün olabildiği gerçeğine işaret ediyoruz.
Burada bizi asıl ilgilendiren, sağlık sisteminin, insan hayatını korumaya ant içilen bir mesleğin sahiplerini insanlıktan çıkaran çarpıklıkları.
Yıl 2006… İstanbul Sağlık Müdürlüğü’nce düzenlenen 14 Mart Tıp Bayramı etkinliğinde konuşan dönemin başbakanı ve bugünün cumhurbaşkanı Erdoğan, “nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır” diyordu. Yıllarca bu temel bakışla adım adım hayata geçirdikleri uygulamalarla insan sağlığını piyasanın olmayan insafına terk ettiler. Sadece her köşede boy veren özel hastanelerle de değil… İçinde yapılan her işi “hizmet alımı” adı altında taşeronlara devrettiği şehir hastaneleriyle… Doktorlara ve sağlık personellerine getirdikleri sözde performans dayatmalarıyla… Sağlık sigortasını bir hak olmaktan çıkaran, özel sigortaları teşvik eden, GSS garabetiyle topluma dayattıkları “paran kadar sağlık” anlayışıyla… Sağlık alanında attıkları her bir adım tam da Erdoğan’ın 2006 yılında dile getirdiği o anlayışı hayata geçirmeye hizmet etti.
“Serbest piyasa” demek ise daha çok kâr elde etmek için her şeyin mübah olması demektir. Hastanelerde en basit rahatsızlıkta yapılan sayısız tetkik, hizmet aşkından ya da insan sağlığına verilen değerden değil faturanın kabartılması içindir mesela… En yaşamsal hastalıklarda gerekli olan ilaçların sosyal güvenlik kurumları tarafından karşılanmıyor olması da… Özel ambulans ve otelcilik hizmetleri de… Hastanız yaşam savaşı verirken aldığınız “şöyle bir tedavi uygulamak gerekiyor, ama ücretin şu kadarlık kısmını peşin ödemeniz gerekiyor” aramaları da… Koruyucu sağlık sisteminin ne demek olduğunu bile unutturup insan hayatını “sağlık turizmi” adı altında pazarlamaları da…
Söz konusu olan insan hayatını korumak değil de daha fazla kâr elde etmek olduğunda, yapılabilecek şeylerin sınırı belirsizleşmeye başlar. Kâr ettikçe daha fazlasını istersiniz. “Masum” kalem oynatmaları yasal düzenbazlıklara döner, yasal düzenbazlıklar da gözü dönmüş caniliklere… Yaşananlar da bundan başka bir şey değil zaten.
Ülkedeki hastanelerde yatak sayısının üçte birinin özel hastanelerde olması, hatta yenidoğan ünitelerinde bu oranın yüzde 52 olması işin tuzu biberidir artık. Serbest piyasada kimse insan aşkıyla özel hastane açmayacağına göre, orada daha fazla kâr elde etmek için yapılan her şey kapitalizmin doğal yasasıdır. O doğal yasanın bir yanında parası olana “satılan” sağlık hizmeti vardır, diğer yanında halen bütünüyle piyasa kurallarına terk edemedikleri alanlarda toplumsal kaynakların gasp edilmesi… Sonuçta aklı başında bir kapitalist yatakları doldurup faturayı kabartmak için bebekleri öldürmenin “müşteri kaybı”na yol açacağını bilir. Bu yüzden de o noktada devreye çürümüş devletin en çürük unsurları girer. Basit bir ambulans organizasyonu ile hastaları istediğiniz hastanelere yönlendirir, orada kurduğunuz organizasyonla istediğiniz gibi at oynatır, faturayı da SGK’ya kesiverirsiniz. Aile hayatını kaybeden bebeğinin acısını yaşarken, siz SGK’yı soyup soğana çevirirsiniz. İnsanların canı-kanı pahasına servet edinmek zerrece vicdanınızı sızlatmaz.
Bu garabete yol açan ise devleti şirket gibi yönetmek gerektiğini savunan anlayışın bizzat kendisidir. Onlar tüm bu yaşananların ilk elden sorumlularıdır. Daha da doğru bir ifadeyle kapitalist devlet zaten bunun için vardır. Onun görevi piyasanın olmayan insafını toplumsal yaşamın tek kuralı olarak kabul ettirmekten başka bir şey değildir.
Bu yüzden ortaya çıkan tablo tek başına AKP’nin eseri de değildir. Temel kamu hizmetlerini piyasa kurallarına teslim etmek ‘70’ler sonrası neoliberal kapitalist dünyanın temel yaklaşımıdır. Türkiye’de sağlık alanında bu yönlü adımların atılması ise daha 1990’lı yıllarda başlamıştır. O dönem işbaşına gelen hükümetler sayısız kez sağlık alanında neoliberal dönüşümü hayata geçirecek düzenlemeleri hayata geçirmeye çalıştılar. Diğer birçok alanda olduğu gibi bu alanda da işi tamamına erdiren ise AKP oldu. Neredeyse üç yüz yıldır burjuvazinin en temel insan hakkı olarak allayıp pulladığı “yaşam hakkı” bu bezirganların elinde böyle değersizleşti.
Yaşam hakkını gasp eden, kendilerine bir rant kapısı kurmak için el kadar bebekleri öldürmekten çekinmeyen basit bir çete değildir. Kapitalist bezirganların tek kural olduğunu iddia ettiği piyasa düzenidir. Bu yüzden bu pisliği temizlemek, bugün ifşa olmuş bir çeteyi hapse tıkmakla, olaya karışan hastaneleri kapatmakla mümkün olmaz.
Hastalık üreten sinekleri öldürerek sorunu çözemezsiniz. O sineklere yataklık eden bataklığı kurutmadığınız sürece yeni sinekler dünyanızı sarmaya devam eder. Öyleyse yapılması gereken bataklığı kurutmaktan başka bir şey değildir.
*-*-*
Sağlıkta piyasalaşmanın kısa tarihçesi
Sağlıkta neoliberal dönüşümün yaklaşık 50 yıllık bir tarihi var. Bu dönüşümün temelleri Mayıs 1978’de Birleşmiş Milletler ile IMF arasında yapılan Washington Mutabakatı’na dayanıyor. Washington Mutabakatı’nın hemen ardından ise Eylül 1978’de Alma Ata’da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) “Temel Sağlık Hizmetleri Kongresi” gerçekleştirildi. Bu kongrede tarım ağırlıklı toplumlarda sağlık maliyetlerinin vergilerle karşılanamayacağı belirtilerek, sağlık hizmetlerini finanse etmede birey ödemelerinin gerekli olduğu vurgulandı.
Türkiye ise 1980’de 24 Ocak Kararları ile birlikte Washington Mutabakatı’nı onaylayan ilk ülke oldu. Bu kararlara göre devletin ekonomideki rolü küçülecek, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilecekti. Bilindiği gibi sermaye devleti 24 Ocak Kararları’nı ancak 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından, darbe koşulları altında uygulamaya başlayabildi. Bu çerçevede hazırlanan 1982 Anayasası’nda sağlık devletin sunmakla yükümlü olduğu bir hizmet olmaktan çıkarıldı, planlayıp denetlemekle yükümlü olduğu bir hizmete dönüştürüldü.
Sağlıkta neoliberal dönüşüm planı çerçevesinde yapılan ilk düzenleme 1983 yılında çıkarılan bir KHK ile gerçekleştirildi. 1987 yılında çıkarılan 3359 Sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu ile ilk kez birinci basamak sağlık hizmetlerinde hizmet satın alımı yapılabileceğinden ve sağlık hizmeti finansmanında yararlanıcıların katkı paylarından bahsedildi.
Ağustos 1990’da Dünya Bankası ile “Birinci Sağlık Projesi” imzalandı. Bu proje kapsamında Sağlık Bakanlığı’nda “Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü” (SPGK) kuruldu. 23-27 Mart 1992’de SPGK, proje kapsamında “I. Ulusal Sağlık Kongresi”ni düzenledi. Aile hekimliği ve hastanelerin özelleştirilmesi bu kongrede dile getirilen öneriler arasındaydı. 1993 yılında ise Dünya Bankası yayınladığı yeni bir raporla, devletin sağlık hizmeti sağlamasının verimliliği düşürdüğünü öne sürdü.
‘90’lı yıllar boyunca “sağlıkta dönüşüm” hedefi çerçevesinde sayısız yasal düzenleme gündeme getirildi ve birçoğu başarısızlıkla sonuçlandı. Nihayet Mart 2001’de Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak Türkiye’ye çağrılan Kemal Derviş döneminde, yani doğrudan emperyalist merkezlerin denetiminde çıkarılan “15 günde 15 yasa” ile kamusal hizmetlerin piyasalaşması için ihtiyaç duyulan “yapısal reformlar” hayata geçirilmiş oldu.
AKP, işte bu zemin üzerinde devraldığı görevi büyük bir kararlılıkla yerine getirdi, sağlıkta neoliberal dönüşüm programını sonuca taşıdı. Hükümet kurmasının hemen ardından hazırladığı “Acil Eylem Planı” ve “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile bu hedefini daha ilk günden tüm açıklığı ile ortaya koydu.
2004 ve 2008 yılları arasında “sağlık reformu” ile ilgili çok sayıda kanun ve yönetmelik çıkarıldı. Haziran 2007’de yapılan bir yasal düzenleme ile Sağlık Bakanlığı’nda “Kamu Özel Ortaklığı Daire Başkanlığı” kuruldu. Eylül 2010’da ise Uluslararası Finans Kurumu’nun Washington’dan sonra ikinci operasyon merkezi İstanbul’da açıldı. Şehir Hastaneleri başta olmak üzere kamu özel ortaklı ve devlet garantili çok sayıda yapı bu kurumun ortak olduğu taşeron firmalar aracılığıyla yapıldı.
Ardından gelen yıllarda da AKP iktidarı sağlığın piyasalaşması sürecinde üzerine düşen sorumlulukları kararlılıkla yerine getirdi. “Sağlık reformu” adı altında çıkarılan çok sayıda yasa ve yönetmeliğin yanı sıra sağlık alanının özelleştirilmesinde önemli bir mesafe kat etti.