Sonuç olarak DİSK Genel Merkezi’nin Ankara’ya taşınmasının ardından alevlenen tartışmaların DİSK’i içinden bulunduğu durumdan çıkarmak açısından bir anlamı bulunmamaktadır. Bu karara samimi bir biçimde ve sınıfsal kaygılarla tepki gösterenlerin yapması gereken, sadece bu sembolik kararı değil bütünlüğü içinde DİSK’in işbirlikçi-uzlaşmacı çizgisini sorgulamak olmalıdır.
Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu (DİSK) Genel Merkezi’nin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasının gündeme gelmesinin ardından itiraz sesleri yükselmeye başladı. Aralarında kimi mücadeleci sendikaların da olduğu DİSK’e bağlı 11 sendika “Sadece taşınma değil, bu bir yön değişimi” başlığıyla bir açıklama yayınladı. Açıklamada DİSK’in genel merkezinin İstanbul’da olması, Türk-İş’in sınıf uzlaşmacı çizgisinden kopuşunun tarihsel bir simgesi olarak tanımlanıyor. Genel merkezin Ankara’ya taşınması ise “sınıftan uzaklaşma, bürokrasiye yanaşma” olarak değerlendiriliyor.
Elbette yapılan vurguların bir anlamı var. Ancak DİSK açısından asıl meselenin genel merkezinin Ankara’ya taşınması olmadığı ortadadır. Çünkü DİSK geldiği aşamada çoktan mücadeleci çizgisini kaybetmiş, sınıftan uzaklaşmış durumdadır. Pek çok fabrika örgütlenmesi ve sözleşme süreci deneyimleri bize fiili-meşru mücadele çizgisinin terk edildiğini, masa başı uzlaşmacı anlayışın hâkim olduğunu göstermektedir. Sadece 1 Mayıs pratikleri dahi DİSK’in geldiği noktayı göstermek için yeterlidir. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, genel merkezin taşınması kararı DİSK’in 2020 tarihli 16. Genel Kurulu’nda alınmıştır. 11 sendika yaptıkları açıklamada bu noktaya değinmekte, yönetimin yarıya yakınının değiştiğini, bu nedenle kararın meşruluğunun kalmadığını vurgulamaktadır. Ancak bir şekilde uygulanacağı belli olan bu karara neden bugüne kadar tepki göstermedikleri bir soru işareti olarak durmaktadır.
DİSK genel merkezinin taşınması ile ilgili eski üç DİSK genel başkanının açıklaması ise üzerinde daha fazla durmayı hak etmektedir. “Emeğin başkenti İstanbul’dur” başlıklı açıklamada, “DİSK’i Ankara’ya taşımak, onu işçi sınıfının değil, düzenin bir parçası haline getirir” denilmektedir. Ancak bu açıklamaya imza atanlardan Rıdvan Budak ve Süleyman Çelebi’nin DİSK’in düzenin bir parçası haline getirilmesine önemli katkılarının olduğu ortadadır. Rıdvan Budak DİSK’in ‘92’de yeniden kurulması sürecinde sınıf sendikacılığı anlayışını terk edip, neoliberal politikalar çerçevesinde “çağdaş sendikacılık” anlayışını sahiplenmiştir. DİSK’e bağlı sendikaların emperyalist fon ve kuruluşlardan destek almasının önünü açan kararlarda önemli bir rol oynamıştır. Kendisinin sınıf ihanetçisi kimliği ise herkesin malumudur. Hemen peşi sıra gelen Süleyman Çelebi de bu politikaları sürdürmüştür. Hem Budak hem de Çelebi bu çabalarının mükafatlarını milletvekili olarak almışlardır. Bu durumda kalkıp bu eski genel başkanların DİSK’in düzenin parçası haline getirilmesinden dem vurmaları açık bir ikiyüzlülük örneğidir.
Sonuç olarak DİSK Genel Merkezi’nin Ankara’ya taşınmasının ardından alevlenen tartışmaların DİSK’i içinden bulunduğu durumdan çıkarmak açısından bir anlamı bulunmamaktadır. Bu karara samimi bir biçimde ve sınıfsal kaygılarla tepki gösterenlerin yapması gereken, sadece bu sembolik kararı değil bütünlüğü içinde DİSK’in işbirlikçi-uzlaşmacı çizgisini sorgulamak olmalıdır. Gerisi DİSK’in mevcut genel merkezi ile sendikal bürokrasinin bugün için “muhalefet” ayağını oluşturan unsurlar arasında yaşanan çatışmaya dolgu malzemesi olmaktan öte bir anlam taşımaz. İşçi sınıfının ise bürokratlar arasındaki çekişmelerden kazanabileceği hiçbir şey yoktur. Yapılması gereken sendikal bürokrasiye karşı kendi taban örgütlülüklerimizi güçlendirerek fili-meşru mücadele anlayışının sendikalarımıza hakim kılınması için mücadele etmektir.