“Dost dost ille de kavga”

Sanatta bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısında hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz.
Enver Gökçe

Mürettip Hasan genç bir matbaa işçisidir. Türkiye’nin hızlı kapitalistleşme sürecinin başladığı 1940’larda dizgicilik yapan devrimci bir matbaa işçisi… 168 kişinin yargılandığı 1951 TKP Tevkifatı’nın da sanıkları arasındadır. Dava sonunda beş yıl ceza alır.

Biz Hasan’ı Enver Gökçe’nin adına yazdığı şiirden tanıyoruz. Hasan, 1940’larda gazete ve dergilerde çalışırken tanıdığı matbaa işçilerinden biridir Enver Gökçe’nin. Ve yolları 1951 Tevkifatı’nda bir kez daha kesişir. Hasan gibi Enver Gökçe de o ünlü 1951 Davası’nın sanıkları arasındadır.

Hasan ve Enver Gökçe’nin yollarını kesiştiren ise ne tek başına iştir ne şiir ne de yoldaşlık. Çünkü Enver Gökçe’nin dile getirdiği gibi “Sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koyar”. Ve “Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliğini daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz.”

Tam da bu yüzden sanatı ile kavgası iç içedir Enver Gökçe’nin. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Türkoloji okuduğu dönemde tanışır şiirle ve aynı anda mücadeleyle. Bir yandan Halkevi bünyesinde çıkan dergilerde çalışır, diğer yandan Türkiye Gençler Derneği adında bir anti-faşist gençlik derneğinin kurucuları arasındadır. İlk tutsaklığını Turancıların bu derneğe gerçekleştirdiği saldırının ardından yaşar. Sadık Gürbüz ve Ezginin Günlüğü tarafından seslendirilen ve en çok bilinen şiirlerinden olan “Görüş günü”nü bu ilk tutsaklık döneminde yazar.

Üniversiteyi bitirdikten sonra siyasal kimliği nedeni ile Demokrat Parti iktidarı tarafından bir türlü öğretmenlik ataması yapılmayan Enver Gökçe sonunda İstanbul’da öğrenci yurtlarında göreve başlar. 1951 Tevkifatı’nda iki yıl işkence göreceği Sansaryan Han’la yurt müdürlüğü görevini yaptığı bu dönemde tanışır. Yedi yıllık tutsaklığını Adana Hapishanesi’nde tamamladıktan sonra sürgün olarak Çorum’a gönderilir.

1950’lerin sonlarında ise İstanbul’dadır Enver Gökçe. Karış karış gezer Beyazıt’ı. Adnan Menderes’e karşı yapılan gösterilerde katledilen Turan Emeksiz için dökülür dizeler bu sefer kaleminden. Ve bir kez daha sürgüne zorlanır. 1960 darbesi gerçekleştiğinde memleketi Erzincan’da sürgündedir.

Şiirde “Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur.” der Enver Gökçe. Ve büyük sanatçılarda bu içeriğin ve estetik yanın kuvvetli olduğunu; örneğin, Nazım’da ve Neruda’da bu sosyal ve estetik yönlerin bir bütün halinde ortaya konulduğunu düşünür. Neruda’nun şiirlerinin ilk Türkçe çevirilerini yapan kişi olması da muhtemelen bu nedenledir.

“Sanatta bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısında hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz.”

Sanatı ile kavgası arasındaki bağı bu kadar güçlü kurduğu için karşılaştığı tüm olumsuzlukların karşısında güçlü durmasını da bilmiştir Enver Gökçe. Çünkü ona göre “Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da.”

Bilinci ve sanatsal duyarlılığı ile onun adını işçi sınıfının şairleri arasına yazdıran da bu kavrayışı, inancı ve direncidir.

18 Kasım 1981’de sağlık sorunları nedeni ile kaybettiğimiz Enver Gökçe şiirleri ile işçi sınıfının yaşamını ve kavgasını dillendirmeye devam ediyor.