Toplumun üzerine çöken sermaye devletinin kendisidir

Ülke tarihinin en büyük felaketlerinden birisi yaşanıyor. Depremin üzerinden günler geçmesine rağmen hala yardımın ulaşmadığı bölgeler var. Enkazlar kaldırılmış, kurtarılanların en temel ihtiyaçları yeterince karşılanmış değil. Süreç tam bir insanlık dramı olarak yaşanıyor.

Kâr ve rant üzerine kurulu kapitalist sistem bir kez daha toplumun üzerine çöktü. Depremlere ilişkin bilinen gerçekler, bilim insanlarının yaptığı tüm uyarılar kulak ardı edildi. Onbinlerce insanın yaşamına malolan bu büyük yıkımın gerisinde asalak kapitalistlerin kâr hırsı duruyor. İnsan mezarlığına dönüşecek binalarıyla beton ekonomisi duruyor. Tepeden tırnağa çürümüş bu sömürü sisteminin ayakta kalabilmesi için insan yaşamının hiçe sayılması duruyor.

Yaşanan tablonun sorumlusu bu düzen ve düzenin dümeninde yirmi yıllık AKP iktidarı oturuyor. Bu düzenin ne denli çürüdüğü ve insana nasıl yabancılaştığı, yaşanan yıkım üzerinden tüm çıplaklığıyla bir kez daha açığa çıkmış oluyor.

Deprem bölgelerinde sağ kalan ve yakınlarını arayan emekçiler günlerce aynı soruyu sordular: “Devlet nerede?”

Oysa, öncesinde alınmayan önlemlerle, sonrasında bir türlü organize edilemeyen yardım çalışmalarıyla, biz emekçilerin üzerine tüm ağırlığıyla çöken sermaye devletinin bizzat kendisidir. Yaşanan yıkımı topluma yansıtmak isteyen gazetecileri gözaltına alan, ilk gün kentlere giriş-çıkışları yasaklamak dışında bir şey yapmayan da gene aynı devlettir. İnsanlar kendi imkanlarıyla yaşanan felaketle mücadele etmeye çalışırken, devlet olası tepkilere karşı önlem almak için baskı ve zorbalığı tırmandırma derdine düşmüştür.

Yaşanan bu tablo bir kez daha devlet denilen mekanizmanın neye hizmet ettiğini gösteriyor. Bu devletin işlevi temelde, gerektiğinde çıplak bir baskı ve zor yoluyla, sermaye sınıfının ihtiyaçlarına ve çıkarlarına yanıt vermek, yani özel mülkiyet düzenini korumaktır. Bu düzene ve onun devletine, toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçilerin öncelikleri ve ihtiyaçları yön vermiyor. Dolayısıyla sorun tek başına beceriksizlik ya da sık sık işaret edilen “liyakatsizlik” değil, bizzat bu konumlanışın kendisidir.

Elindeki muazzam insan gücünü gerektiği gibi harekete geçirmemek, şehirlerin tamamına yetebilecek gerekli teçhizatı varken bunları ulaştırmamak, ülkenin her türlü imkânını seferber ederek yaraları sarmamak, bu konumlanıştan bağımsız tartışılamaz. Onun misyonu toplumsal yaşamı kapitalist düzenin ihtiyaçları temelinde düzenlemek, sürekliliğini sağlamak, buna yönelecek riskleri bertaraf etmektir. Deprem için tüm olanaklarını seferber etmek yerine güvenlik önlemleri almak, OHAL ilan ederek haber akışını, bölgeye giriş çıkışları engellemek, yalan ve çarpıtmayla gerçekleri gizleyerek iktidarını korumaya çalışmak vb., onun üstlendiği misyonun gerekleridir.

Bu kadar büyük bir yıkım kuşkusuz olağanüstü bir yönetimi gerektirir. Ancak bazı pratiklere ve yapılan açıklamalara bakıldığında, ilan edilen OHAL’in emekçilerin yaralarını sarmak için yapılması gerekenlerle bir ilişkisi bulunmuyor. Depremin yıkımı üzerinden ortaya çıkan toplumsal tepkiyi bastırmak, esas sorumlulara yönelen öfkeyi saptırmak ve muhtemelen yaklaşan seçimlere yönelik sinsi bir plan, OHAL’in esas kapsamını oluşturuyor.

Evet acılıyız, evet canhıraş büyük bir felaket yaşayan yöre insanının yaralarını sarmak için çaba göstermek zorundayız. Ama hiçbirimiz ne bu devlet gerçeğini ne de her bir melaneti Allah’ın lütfu olarak değerlendiren bir iktidar ile karşı karşıya olduğumuzu unutamayız. İktidar tarafından ilan edilen OHAL ve ona dayalı uygulamalara karşı mücadele etmeden yaşanılanların hesabını sormak da ve yöre haklarının yaralarını gerektiği gibi sarmak da mümkün değildir.