Sermaye sınıfına karşı mücadelede sendikalarımıza çöreklenen bürokrat/ağa takımını söküp atmak, sendikalarımızı yeniden kazanmak ve sınıf mücadelesinde tekrar etkin bir sınıf örgütüne dönüştürmek yakıcı bir ihtiyaçtır.
31 Temmuz 1952’de kurulan Türk-İş, 71 yıllık tarihi boyunca “sarı sendika” olarak tanımlanan güdümlü, sermaye ve devlet yanlısı sendikacılığın biricik temsilcisi oldu.
Türk-İş’e hâkim olan sendikal bürokrasi her dönem kendisine biçilen misyon ve önüne konulan görevlerin gereklerini yerine getirdi. Kimi dönemler işçilerin basıncıyla atılan/atılmak zorunda kalan adımlar ne olursa olsun bu gerçek hiç değişmedi. Türk-İş, daha kuruluşundan itibaren sınıf mücadelesinin mevcut seyri içinde sermaye sınıfı için “işçileri denetim altında tutma”nın en temel ve etkin araçlarından biriydi.
Bu durum, doğrudan doğruya Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişim seyri ve Türk-İş’in kuruluşunu gerekli kılan koşullarla ilgilidir.
Daha 1900’lü yılların başında grevlerle birlikte işçi sınıfı bir toplumsal kuvvet olarak kendisini hissettirse de devletin baskı ve yasakları da peşi sıra geldi. Cumhuriyetin ilk yıllarında da baskı ve yasaklar en ağır biçimde devam etti. 1946 yılında “sınıf esasına dayalı örgütlenme” yasağının son bulması ile birlikte ‘’46 sendikacılığı’ olarak anılan hızlı bir sendikalaşma süreci yaşandı. Ancak işçi sınıfının bu hızlı ayağa kalkışı sermaye devleti tarafından sendikaların yeniden yasaklanması ile sonuçlandı.
Bu yıllar aynı zamanda Türkiye’nin hızlı bir kapitalistleşme sürecine girdiği yıllardır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan ‘iki kutuplu’ dünyada kapitalist gelişimini Amerika’ya bağımlı bir temelde inşa etti. Bir yandan yaşanan hızlı kapitalistleşmenin kaçınılmaz bir şekilde yoğunlaştırdığı sınıf çelişkileri ortaya çıktı. Diğer yandan İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya halkları üzerinde Sovyetler Birliği’nin artan prestijinin tetikleyebileceği mücadele dinamiklerinin daha başlamadan denetim altına alınması ihtiyacı…
Türk-İş’in kuruluşu, bu çerçevede Amerikan sendikacılığı olarak tanımlanan kapitalist düzene-devlete bağımlı sendikacılığı geliştirme hedefi kapsamında hayata geçirilen girişimlerin bir parçasıdır.
Aynı zamanda Türk İş’in varlığını devlet işletmeleri üzerinden inşa etmesi de daha en baştan itibaren bir mücadele örgütü olarak değil, devlet bürokrasisi ile pazarlık mekanizması olarak bir işlev görmesine yol açmıştır.
Güdümlü sendikacılığın kapitalist gelişim ile uyumlu işleyişi ve özellikle hızla büyüyen özel sektör işletmelerindeki mücadelenin giderek güçlenen tablosu bu dönemin önemli bir özelliğidir. Bu mücadele Türk-İş’in sınırlarına sığmamış, 1967’de işçi sınıfının bağımsız sendikal mücadele arayışının bir ürünü olarak DİSK kurulmuştur. Türk-İş’ten koparak atılan bu adım sınıf mücadelesine önemli bir dinamizm katmış, 12 Eylül darbesi ile önü kesilene kadar sınıf mücadelesinin önemli bir belirleyeni olmuştur. İşçi sınıfı mücadelesi ve onun sermaye-devlet güdümünden bağımsız sendikal örgütlenme çabası ancak asker postallarıyla ezilebilmiştir.
Böylece bugünlere kadar uzanan bir sonuç olarak sendikalara hâkim bürokratik, uzlaşmacı ve ihanetçi çizgi zaman içinde pekişmiştir.
Bugün sermaye düzeni ve devletinin kuruluş aşamasında Türk-İş’e biçtiği misyon; renkleri, tonları, söylemleri değişse de ülkedeki sendikaların büyük bir bölümüne, işleyişine ve bakışına hâkim hale gelmiştir.
Ancak sendikaların sendikal bürokrasi tarafından ele geçirilmesi, işçi sınıfının en temel mücadele aracından vazgeçeceği anlamına gelmemektedir. Tersine, işçi sınıfının mücadelesinde çok önemli rolü olan sendikal mücadelede, sendikaları yeniden kazanma mücadelesi sınıf mücadelesinin bir başka cephesini oluşturmaktadır.
Sermaye sınıfına karşı mücadelede sendikalarımıza çöreklenen bürokrat/ağa takımını söküp atmak, sendikalarımızı yeniden kazanmak ve sınıf mücadelesinde tekrar etkin bir sınıf örgütüne dönüştürmek yakıcı bir ihtiyaçtır.