İki sınıf, iki cumhuriyet!

Yüzyılın ardından bugün, işçi sınıfının ve emekçilerin, özgürlüğün ve eşitliğin gerçek ifadesi olacak olan bir “toplumsal cumhuriyet”e, yani sosyalist bir işçi-emekçi cumhuriyetine duyduğu ihtiyaç, her zamankinden daha yakıcıdır.

Tarihte bilinen ilk cumhuriyetçi yönetim biçimi örneği Roma’da görülmüştür. Belli kurumsallaşmaları ile o günden miras kalsa da bugün anladığımız anlamda cumhuriyetçi fikirlerin gelişimi çok daha yakın bir tarihe, 1789’da gerçekleşen Büyük Fransız Devrimi’ne dayanıyor.

Antik Roma’dan farklı olarak, Fransız Devrimi’nde cumhuriyetçiliğin çok daha canlı ve dinamik bir toplumsal temeli vardı. Zira, feodalitenin egemenliğini yıkıp yerine kendi egemenliğini kurmak isteyen burjuvazi, bunun için toplumun geniş kesimlerini, dolayısıyla emekçi tabakalarını arkasında toplamak zorundaydı. İktidar ilahi bir kudretin nimeti olmaktan çıkıp yeryüzüne inerken, bunun toplumu “özgürleştirmek”ten başka bir yolu yoktu.

18. yüzyılın Aydınlanma Çağı, dinsel gericiliğe karşı mücadelesiyle Ortaçağ karanlığının peçesini indirmişti. Onu izleyen Sanayi Devrimi ise yeni bir toplumsal dönüşümün koşullarını oluşturdu. Fransız Devrimi bu tarihsel dönem içinde, “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı eşliğinde şekillendi. Bu devrimin bir ürünü olarak birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkiler yeniden düzenlendi. Bu yanıyla Fransız Devrimi insanlık tarihinde yepyeni bir dönemin kapılarını araladı. Sıradan bir tebaa olmaktan çıkan halk artık “cumhur”du ve biçim yönünden iktidarda söz sahibiydi!

Ne var ki tarih sınıf savaşımları tarihidir ve sınıflı toplumlarda iktidara yerleşen sınıf o andan itibaren gericileşmeye, toplumsal gelişimin önünde yeni bir engel olarak davranmaya başlar. Fransız Devrimi ile birlikte burjuvazinin kaderi de farklı olmadı. “Halkın yönetimi” iddiası onun için kendi sınıf iktidarını perdelemenin etkili bir aracı oldu.

Kapitalizmin gelişimi ile tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı, “genel oy hakkı”nı bile 19. yüzyılın geniş bir dönemine yayılan kendi öz ve dişe diş mücadelesi ile kazanabildi. Üstelik henüz yalnızca işçi sınıfı erkekleri için. İşçi sınıfı kadınlarının bu hakkı kazanması için neredeyse bir yüzyıl daha beklemek gerekecekti.

Fransız Devrimi’nin üzerinden ancak bir 50 yıl geçmişken patlak veren 1848 devrimlerinde ise işçi sınıfı, burjuvazinin bir perdeden başka bir işlevi kalmayan cumhuriyetinin karşısına kendi “toplumsal cumhuriyet” istemiyle çıktı. Açıktır ki burjuvazinin ve işçi sınıfının cumhuriyet fikrinden anladıkları şeyler çok farklıydı. Burjuvazi kanun önünde eşitliğe dayanan ama başlangıçta genel oy hakkını bile içermeyen bir temsili demokrasi sistemi ile yetinirken, işçi sınıfı kanun önünde eşitliğin ötesinde sosyal eşitliğe ve emekçilerin örgütlü, etkin katılımına dayanan bir tam demokrasi anlayışını, kendi “toplumsal cumhuriyet” fikrinin merkezine koyuyordu.

Milli Kurtuluş Savaşı’nın ardından saltanata ve hilafete son verilerek bir burjuva cumhuriyetinin kurulmuş olması tarihimizde ileri bir adımın ifadesidir. Ama bu cumhuriyet daha en başından itibaren burjuvazinin ve toprak ağalarının birleşik iktidarının bir ifadesi olmuştur. Bu cumhuriyet işçi sınıfına temel demokratik özgürlükler bir yana, sendikal örgütlenme özgürlüğü bile tanımamış, buna yönelik istem ve mücadeleler zorbalıkla bastırılmıştır. İşçilere bir “iş yasası” vermek için bile 1936 yılına kadar bekleyen burjuva cumhuriyeti, bunu nihayet lütfettiğinde ise, işçileri her türden örgütlenme hakkından, dolayısıyla sendikal örgütlenme hakkından bile yoksun bırakmıştır.

Bu şaşırtıcı da değildir. Zira tarihimizde ileri bir adımın ifadesi olsa da yeni cumhuriyet toprak ağalarıyla ittifak halinde burjuvazinin işçi sınıfı ve köylülük üzerindeki bir sınıf diktatörlüğünün örtüsünden başka bir şey değildi.

Yüzyılın ardından bugün, işçi sınıfının ve emekçilerin, özgürlüğün ve eşitliğin gerçek ifadesi olacak olan bir “toplumsal cumhuriyet”e, yani sosyalist bir işçi-emekçi cumhuriyetine duyduğu ihtiyaç, her zamankinden daha yakıcıdır.