“İşçi sınıfı için adalet sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir toplumun, emeğin iktidarının kurulmasından geçer. Sınıflar ortadan kalkmadan, sömürü düzeni yıkılmadan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmeden işçi sınıfı ve emekçiler için adil bir düzen kurulamaz.”
Adalet talebi ülkenin dört bir yanından yükseliyor. Binlerce insan enkaz altında kalıyor, sorumlular yargılanmıyor. İşçi katliamlarından çevre katliamlarına failler bir cezai yaptırım ile karşı karşıya kalmıyor. İşçiler emeğine sahip çıkarken yargısı, polisi, şiddeti ile devlet karşısına dikiliyor.
Bu düzen ezelden beri böyle iken, AKP iktidarı döneminde her türlü yasal anlayış bir kenara bırakıldı. Saray rejimi kendi yasalarını bile tanımıyor, Anayasa Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını uygulamıyor.
Tüm bu yaşananlar kitlelerin her bir olayda adalet talebini yükseltmesine yol açıyor. Herkes için, her şey için adalet isteniyor. Ve çoğu zaman bu düzende gerçek bir adaletin sağlanamayacağı, adaletin sınıfsal olduğu gerçeğinin üstünden atlanıyor.
Tıpkı diğer kavramlar gibi adalet kavramını da tarihsel ve toplumsal koşullardan bağımsız tartışamayız. Her tarihsel dönemde ekonomik yapı/üretim ilişkileri ve sınıflar arasındaki mücadele toplumdaki adalet anlayışının sınırlarını belirler. Adaletin asli öğesi sayılan yasalar hiçbir zaman tarafsız değildir. Köleci toplumda yasalar köle sahiplerinin çıkarlarını, feodal toplumda da yasalar feodal beylerin çıkarlarını korur.
Günümüzün kapitalist toplumunda da yasalar düzenin gerçek sahibi olan sermaye sınıfının çıkarlarını korumak, mevcut sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin devamlılığını sağlamak için vardır. Yasaların hakim sınıfın çıkarlarını koruyup kolladığı bir yerde ise ezilen ve sömürülen sınıflar için gerçek bir adaletten söz edemeyiz.
Hukuk, egemen sınıfların çıkarlarını korumaya ve meşrulaştırmaya hizmet eder. Mevcut yasalar ve adalet sistemiyle sermayenin sınıfsal çıkarları tüm toplumun çıkarları olarak sunulur. İşçi sınıfının hak arayışı, “adalet” talebi ise yok sayılır, zorla bastırılır.
Dolayısıyla, tüm tarihi ve toplumları kesen tek bir adalet anlayışından bahsedemeyiz. Her sınıfın tüm topluma dayattığı kendi adalet anlayışı vardır. Sömürü ve baskının temel olduğu bir düzende işçi sınıfı kendi adaletini ancak mücadele ederek sağlayabilir.
İşçi sınıfı için adalet sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir toplumun, emeğin iktidarının kurulmasından geçer. Sınıflar ortadan kalkmadan, sömürü düzeni yıkılmadan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmeden işçi sınıfı ve emekçiler için adil bir düzen kurulamaz.
Ama mücadele edilerek şu veya bu haksızlığın önüne geçilebilir. Sermaye iktidarının karşısına örgütlü bir güç olarak çıkıldığında, katliamların, soygunların, haksızlıkların hesabı sorulabilir. Bu düzende adalet mücadelesi sermaye sınıfından hesap sorma mücadelesidir. Bu yüzden bu düzende gerçek bir adaletin sağlanamayacağını bilsek de, her bir haksızlığa karşı mücadele etmek, tepki ve öfkemizi ortaya koymak her işçinin önünde duran bir görevdir.