Taksim’i kazanmak sınıfı kazanmaktan geçiyor!

1 Mayıslar’da Taksim’i gerçek anlamda kazanmak, açlık, yoksulluk ve baskı cenderesine sıkıştırılmış emekçi kitlelerin öfke ve tepkisinin örgütlenip açığa çıkarılmasından geçiyor. Her şeye rağmen, tüm ülke çapında meydanlara çıkıp kendi özlem ve taleplerini haykıran on binlerin varlığı; ama daha da önemlisi, emekçi kitlelerin bu sömürü ve baskı düzenine karşı biriken öfkesi bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Hemen bugünden itibaren bu tepkiyi örgütlemek için harekete geçmek, öncü işçilerin ve devrimci kurumların önünde tarihsel bir görev olarak duruyor.

Taksim’in 1 Mayıslar açısından taşıdığı önem, 1977 yılında yaşanan ve 37 kişinin hayatını kaybettiği kanlı saldırıya dayanmaktadır. Katliamın sorumlusu olan sermaye devleti, geçen onca yıla rağmen bu “olayı” aydınlatmamış; bu katliamın toplumsal hafızadan silinmesini istemiştir. İşçi sınıfı içinse bu meydan, alçakça bir provokasyonla katledilen sınıf kardeşlerini anmanın ve onların mücadele bayrağının hâlen taşındığını göstermenin yeri olmuştur.

Meydan, uzun yıllar boyunca 1 Mayıs kutlamalarına kapatılmaya çalışıldı. Böylece Taksim Meydanı yalnızca bu katliamın hesabının sorulmasıyla değil, 1 Mayıs’ı özgürce gerçekleştirme hakkıyla da özdeşleşti. 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, bir alan tartışmasından çıkarak iki sınıf arasında bir güç ve irade savaşına dönüştü.

Bu irade savaşında işçi sınıfı ağır bedeller ödedi. Uzun yıllara yayılan mücadelenin sonunda, meydan bir süreliğine yeniden 1 Mayıslar’a kazanıldı. Ancak 2013 Gezi Direnişi sonrasında giderek sertleşen baskı rejimiyle birlikte bu kazanım yeniden kaybedildi. O günden bu yana Taksim’e fiilen çıkma çabaları ise kitlesel 1 Mayıslar’a dönüşmedi. Bu durumun ve Taksim’in yeniden kazanılmamasının asıl belirleyici nedeni, işçi hareketi ile devrimci ve sosyalist örgütlenmelerin yaşadığı güç kaybıdır. Dolayısıyla Taksim’in yeniden kazanılması ve sınıf hareketinin önüne çekilen engellerin aşılması bu zayıflıkların giderilmesiyle mümkündür.

2025 1 Mayıs’ı ve Taksim tartışmaları

İşçi sınıfı ve emekçiler, bir yanda derinleşen ekonomik kriz, öte yanda dizginlerinden boşanan baskı rejimi koşullarında 2025 1 Mayıs’ını karşıladılar. Bu süreçte İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan protestolar, kısa zamanda gençliğin başını çektiği kitlesel bir halk hareketine dönüştü. Ancak işçi sınıfı, kendi talep ve yöntemleriyle bu harekete yön veremediği gibi, geniş sınıf kitlelerinin eylemlere katılımı da görece sınırlı kaldı.

Yaklaşan 1 Mayıs, tam da bu zafiyetin ortadan kaldırılması için bir imkân anlamına geliyordu. Bu açıdan bakıldığında, 2025 1 Mayıs’ının en önemli görevi; geniş sınıf kesimlerinin öfkesini örgütlemek ve bu kesimleri kendi talepleriyle 1 Mayıs alanlarına taşımak olmalıydı.

Bu öfke ve tepkinin en geniş ve birleşik biçimde Taksim’de ifadesini bulması elbette arzu edilir bir durumdu. Ancak bunun yolu, sendikal ve siyasal güçlerin önemli bir kesiminin Taksim Meydanı konusunda açık, net ve kararlı bir mutabakat içinde olmasından ve geniş emekçi kitleleri bu kararlılıkla Taksim’e çağırmasından geçiyordu. Bu türden bir mutabakat ve buna dayalı etkin bir hazırlık olmadan, yalnızca sınırlı siyasal ve sendikal güçlere dayanarak Taksim Meydanı’nı zorlamak, geniş işçi ve emekçi kitlelerden kopuk bir öncü çıkışın ötesine geçemeyecekti. Nitekim olan da bu oldu.

Bir yanda Kadıköy’de on binlerin toplandığı bir eylem, sendikal bürokrasinin denetiminden çıkarılamadı. Öte yanda ise Taksim’e çıkmaya çalışan yüzlerce kişinin mücadelesi, “öncü çıkış” sınırlarını bir kez daha aşamadı.

1 Mayıslar’da Taksim’i gerçek anlamda kazanmak, açlık, yoksulluk ve baskı cenderesine sıkıştırılmış emekçi kitlelerin öfke ve tepkisinin örgütlenip açığa çıkarılmasından geçiyor. Her şeye rağmen, tüm ülke çapında meydanlara çıkıp kendi özlem ve taleplerini haykıran on binlerin varlığı; ama daha da önemlisi, emekçi kitlelerin bu sömürü ve baskı düzenine karşı biriken öfkesi bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Hemen bugünden itibaren bu tepkiyi örgütlemek için harekete geçmek, öncü işçilerin ve devrimci kurumların önünde tarihsel bir görev olarak duruyor.