Silahlanma çılgınlığı zirvede!

“İşçi sınıfının önderlerinden Rosa Luxemburg 20. yüzyılın başlarında insan soyunun “Ya sosyalizm ya da barbarlık içinde çöküş!” ikilemiyle karşı karşıya olduğunu saptamıştı. İnsanlık bugün tam bu noktada bulunuyor. Bu ise işçiler başta olmak üzere dünyanın tüm emekçilerine büyük bir sorumluluk yüklüyor. Çünkü gidişatı tersine çevirebilecek tek güç işçi ve emekçilerin enternasyonal dayanışması ve örgütlü mücadelesidir.”

İnsan soyu çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Bir yandan savaşlar, yıkımlar, toplu kıyımlar… Öte yandan göçler, küresel ısınma, yoksulluk, açlık, işsizlik, barınma, sağlık hizmetleri ve temiz suya erişim, vb… Bunca zenginliğe ve bilimsel-teknolojik gelişmeye rağmen bu sorunlar çözülemiyor, tersine derinleşiyor.

Zira bu sorunların çözülmesinin önünde ciddi bir engel var: Kapitalist sistemin işleyişi ve bu sistemin efendilerinin tercihleri. Zenginlik de teknik de imkanlar da onların ellerinde. Toplumsal servete el koyan kapitalistler ve onların çıkarlarını koruyan devletler insanlığın geleceğini tehdit eden devasa sorunların çözümü yönünde tek bir adım atmıyorlar.

Evet, sorunlarla ilgili konferanslar topluyor, raporlar hazırlıyorlar. Ancak gerekli önlemleri almıyorlar. Zira sorunları çözmek için atılacak her adım tekellerin kârlarının azalmasına neden olacak. Bundan dolayı hiçbir devlet, altına imza attığı anlaşmalara uymuyor.

Kapitalist sistemin efendileri nelerle meşgul?

Peki emperyalist-kapitalist dünyanın efendileri nelerle iştigal ediyor? Ukrayna ve Gazze’de yaşananlar sorunun yanıtı hakkında fikir veriyor.

Yıllardan beri temel gündem hegemonya savaşıdır. Bu ise silahlanma yarışının zıvanadan çıkmasına neden oluyor. Artık her yıl silahlanmaya iki trilyon dolardan fazla para ayırıyorlar. Bunun 800 milyar dolardan fazlasını ABD harcıyor. 293 milyarla Çin ikinci sıradayken, üçüncü sıradaki Hindistan’ın askeri bütçesi 76 milyara ulaştı. İngiltere ise 68 milyar dolarla dördüncü sırayı işgal ediyor. Rusya, Fransa, Almanya, Suudi Arabistan, Japonya, Güney Kore gibi ülkelerin bütçeleri ise 50 ile 65 milyar arasında değişiyor. Emekçileri derin bir sefaletin içine iten AKP-MHP rejimi ise 15 milyar 478 milyon dolarlık bütçe ile 18. sırada. 

Bunların açıklanmış “resmi” askeri bütçeler olduğunu belirtelim. Gerçekte militarizme ayrılan servetler çok daha fazladır. Silahlanma çılgınlığı harcamaların yıldan yıla artmasına neden oluyor. Oysa bu devasa servetin sadece bir kısmı ile yukarıda anılan sorunlar çözülebilir. Ancak kapitalizmin işleyiş yasaları buna izin vermiyor. Üretilen silahlar yeni yıkımlara, katliamlara yol açıyor ve mülteci akınları başta olmak üzere sorunları daha da derinleştiriyor. 

Kapitalistlerin işçileri sömürmesi gibi emperyalist devletler de dünyayı sömürüyor. Kim hegemon güç ise yağmadan daha büyük pay alıyor. “Devletler arası hukuk” çöpe atılırken, vahşi orman yasaları 21. yüzyıl teknolojisinin ürünü silahlarla işletiliyor. Gazze’de devam eden soykırım, sistemin ne kadar barbarlaşabileceğini dünyaya gösteriyor.

ABD-NATO cephesinin savaşları kışkırtması “dünya jandarmalığı” konumunu koruma politikasının kaçınılmaz sonucudur. Ortadoğu’yu Amerikan çıkarlarına göre dizayn etmek, Rusya’yı Ukrayna savaşı ile zayıflatmak, Rusya ve Çin’i kuşatmak için NATO’yu büyütmek ve Asya devletleriyle yeni askeri paktlar oluşturmak… Tüm bunlar kapitalist dünya sistemindeki hegemonya çatışmasının ürünleridir.

“Savunma” amacıyla kurulduğu iddia edilen savaş aygıtı NATO’nun 1991’de dağıtılması gerekiyordu. Zira o yıl Sovyetler Birliği çözülmüştü. Oysa üye devletlerin sayısı 13’ten 31’e çıkarıldı. Siyonist İsrail’in Gazze’de soykırım suçu işlediği günlerde, AKP şefi Tayyip Erdoğan’ın İsveç’in üyeliğini onaylamasıyla bu sayı 32 oldu.

Savaş örgütü NATO’nun izlediği saldırgan politikalar silahlanma yarışına yeni boyutlar kazandırıyor. Büyük güçler arasındaki rekabetin şiddetlenmesini fırsat sayan Türkiye gibi kapitalist devletler de yayılmacı heveslere kapılıyor. Tırmanan silahlanma yarışının nükleer bir savaşı tetikleme tehlikesi ise artık daha sık konuşuluyor.

İşçi sınıfının önderlerinden Rosa Luxemburg 20. yüzyılın başlarında insan soyunun “Ya sosyalizm ya da barbarlık içinde çöküş!” ikilemiyle karşı karşıya olduğunu saptamıştı. İnsanlık bugün tam bu noktada bulunuyor. Bu ise işçiler başta olmak üzere dünyanın tüm emekçilerine büyük bir sorumluluk yüklüyor. Çünkü gidişatı tersine çevirebilecek tek güç işçi ve emekçilerin enternasyonal dayanışması ve örgütlü mücadelesidir.