Polen Ekoloji’den Cemil Aksu ile konuştuk:
Yüzyıllardır emekçi insanın yanı sıra doğayı da hiçbir kural ve ölçü tanımadan hoyratça sömürüp yağmalayan kapitalist sistem, özellikle son 40 yılda bunu çok daha yıkıcı ve tahrip edici boyutlara vardırdı. Emeğin sömürüsü ve doğanın yıkımı arasında dolasıyla ekoloji mücadelesi ile emek mücadelesi arasında nasıl bir bağ ve ortaklık var?
Ekolojik sorun dediğimiz zaman aslında dünyadaki bazı dengelerin bozulmasına neden olan aşırı sıcaklıklardan kuraklığa, küresel iklim ısınmasından, okyanuslardaki ve tatlı sulardaki kirlenmeye, yaşamımıza giren 400’e yakın yeni kimyasalların yarattığı kirlilik gibi sorunlardan bahsediyoruz. Bunlara ormanların yok oluşu ile beraber oralarda yaşayan farklı canlı türlerinin yok oluşunu ekleyebiliriz. Bu ekolojik dönüşümler özel olarak insan yaşamını etkiliyor. Pandemide de bunu gördük. Milyonlarca insan öldü ve çok ağır bir dönemden geçildi. Bütün bu yaşamı etkileyen dönüşümlerden en fazla etkilenen toplumda en fazla güvencesiz olan yoksullar, işçiler ve emekçiler oluyor.
Dolayısıyla zenginler için servet biriktiren, bizim için de yoksulluk yaratan bu kapitalist sistem ayrıca doğadaki dengeleri de bozarak hem işçilerin, emekçilerin, hem de diğer canlı türlerinin yaşama koşullarını da ortadan kaldırıyor.
Bu açıdan ekolojik mücadele, sadece ormanlar yok olmasın, hayvanlar öldürülmesin ya da sular kirlenmesin sorunu değil, aynı zamanda biz işçilerin nasıl sağlıklı besleneceği, nasıl ortamda yaşayacağı ve nasıl sağlıklı bir ortamda çalışacağı ile ilgili meseledir.
O yüzden işçi sınıfı ekolojik meseleleleri kendi hayat meselesi olarak görüp buna karşı mücadele etmesi gerekir.
Ekolojik sorunların işçi sınıfının yaşamına ve çalışma koşullarına etkilerini biraz daha açar mısınız?
Ekolojik yıkım dediğimizin bir boyutu da gıdanın üretiminin tohumdan tabağa kadarki bütün aşamalarının endüstriyel ve kimyasal bir hal alması ve bütün bir üretimin de zehirli gıda üretimi şeklinde gerçekleşmesidir.
Yanı sıra sadece mezarda emekliliği beklemeden de biz meslek hastalıklarından ölüyoruz. Türkiye’de yapılan bazı araştırmalara göre her yıl en az 20 bin işçinin meslek hastalıklarından öldüğü tahmin ediliyor. Tahmin ediliyor diyoruz. Çünkü Türkiye’de meslek hastalıkları ile ilgili öyle bir mevzuat yapılmış ki, işçinin bir meslek hastalığına yakalandığının tespit edilmesini ya da meslek hastalığından öldüğünün tespit edilmesini engelleyici bir mevzuat üretilmiş. İşçi bir meslek hastalığına yakalandığı zaman da kendisi sonrasında yaşayabilir bir ücret alamadığı için o hasta haliyle çalışmak zorunda bırakan bir mevzuatla karşı karşıya.
Kapitalizm, en düşük maliyetle en kısa zamanda en fazla ürünü üretmeyi hedefliyor. Bunun için de çok değişik kimyasallar kullanarak maliyeti düşürmeye çalışıyor. Bizzat üretimde kullanılan hammaddelerin üretim esnasında maruz kaldığı işlemlerden dolayı ortaya çıkan kimyasal gazlar ya da kimyasal atıklar nedeniyle o üretimde bulunan işçilerin sağlığının bundan olumsuz etkilenmesini engelleyecek tedbirler de almıyor. Çünkü bunlar ek maliyet gerektiriyor. Aynı zamanda üretim sürecinde oluşan atıkların gelişigüzel doğaya verilmesi ya da fabrika bacalarının filtresiz çalıştırılarak havanın kirletilmesi gibi süreçlerde de maliyetten kaçtığı için her türlü denetimsizlikle doğanın da sağlığını bozuyor. İşçinin sağlığını bozan patron aynı zamanda doğanın da sağlığını bozuyor. İkisi aynı anda ölüyor. Sonuçta o fabrikaların yaydığı kirli hava var, atık sular ya da kimyasal gazlar bir şekilde fabrikaların etrafındaki işçi mahallelerine sirayet ediyor. Bu mahallelerde yaşayan işçinin ailesini de zehirliyor.
Bu zehirlenmelerin odaklandığı yerler var. Örneğin İzmir Aliağa ve Gebze Dilovası. Aliağa, gemi dönüşüm sektörünün, termik santrallerin ve başka biyo-kimyasal fabrikaların yoğunlaştığı bir yer ve Aliağa’nın etrafındaki işçi mahallelerinin hemen hemen hepsinde kanser vakaları tavan yapmış durumda. Dilovası’nda da fabrikalardan çıkan kirli atıklar nedeniyle artık yenidoğan çocukların kakalarında bile kimyasallar tespit edilmiş. İnsan sağlığını etkileyen kimyasallar bunlar. Türkiye’de yaklaşık 20 milyon çocuk var ve bunların 6-7 milyonu kurşun zehirlenmesine maruz kalıyor. Ya da başka başka bizzat üretimde kullanılan kimyasallardan ya da o kimyasalların bulaştığı bizim tükettiğimiz ürünler de maruz kaldığı için bir çok hastalığa maruz kalıyoruz. Bunların engellenmesi ve takip edilmesi şirketlere ve devlete ek maliyet olarak gözüktüğü için hem denetlenmiyor hem de bir sürü gizli prosedürlerle bu işler yürütülüyor. Ve enisonu ceremesini de biz işçiler, emekçiler ve bütün ailemiz hep birlikte çekiyoruz.
Son olarak çağrınız nedir?
Sermaye sadece üretimden elde edeceği kârla, kasasına giren parayla ilgileniyor. Bu sistemi değiştirmediğiniz müddetçe sermayenin elinde posamız çıkana kadar sömürüldükten sonra herhangi bir meta atığı gibi atıldığımız bir yaşama mahkum oluyoruz.
Bugün hem küresel anlamdaki ekolojik sorunlara karşı hem de işçinin ölümüne neden olan üretim faaliyetlerine karşı işçinin, halkın ve doğanın sağlığını koruyan bir mücadele yürütmemiz gerekiyor.