Burjuvazinin utanç defterinden: “İnsanat Bahçeleri”

Sömürgeciler “insanat bahçeleri”nde “medeniyet” ile “vahşilik” arasındaki farkı sergilediklerini iddia ediyorlardı. Sömürgelerde yaşayan halkları ilkel ve vahşi olarak sunuyorlardı. Ve “bilimsel araştırma” adı altında ırkçılığı ve sömürgeci politikalarını meşrulaştırmaya çalışıyorlardı.

Tarihin tozlu sayfalarında utanç verici gerçeklikler gizlidir. Bu gerçeklerin bir kısmı sömürgecilik döneminde Avrupalı devletlerin coğrafi keşiflerin ardından ulaştıkları yerli halkların kaynaklarını yağmalarken işledikleri suçlar, yaptıkları katliam ve soykırımlarla ilgilidir. Ve genel olarak bir kısmı bilinir. Bir kısmı ise en az bu katliamlar kadar utanç verici olan ve kültürel aşağılanmadan beslenen, dahası bugüne kadar etkileri süren uygulamalardır.

1800’lerde başlayıp ve 1900’lerin ortalarına kadar süren, Avrupa ve Amerika’ya getirilen yerlilerin “insanat bahçesi” adı verilen yerlerde kafeslere konulup “hayvan” gibi sergilenmesi bunlardan biridir.

Açgözlü tüccarların parlak bir girişim örneği olarak görülen bu utanç gösterileri giderek yayılmıştı. Kafeslerde sergilenen yerlilerin yaşamlarına dair anlatılar ilgiyi artırıyor, binlerce kişi onları izlemeye geliyor, esir alınan bu insanlar gelenleri eğlendirmeye zorlanıyordu. Değersiz olarak sunulan yerlilerin ritüelleri, gelenekleri ve danslarının izlenmesi teşvik ediliyordu. Böylece yerli halkların kültürleri insanlığa ait olmayan acayiplikler olarak sunularak aşağılanıyordu.

Sömürgeciler “insanat bahçeleri”nde “medeniyet” ile “vahşilik” arasındaki farkı sergilediklerini iddia ediyorlardı. Sömürgelerde yaşayan halkları ilkel ve vahşi olarak sunuyorlardı. Ve “bilimsel araştırma” adı altında ırkçılığı ve sömürgeci politikalarını meşrulaştırmaya çalışıyorlardı.

20. yüzyılın ortalarından sonra bu sergiler büyük tepki çekti. Anti-emperyalist/anti-faşist hareketlerin yükselişiyle birlikte “insanat bahçeleri” tarihsel bir utanç olarak anılmaya başlandı.

Buna rağmen bugün halen kimi emperyalist ülkelerde bazı müzelerde bu döneme ait belgeler ve kalıntılar sergilenmeye devam ediyor.

Bu sahneleri tarihte kalmış bir hata olarak sunmak kolaydır. Ama ya bu bakış açısı hâlâ sürüyorsa?

Ya bugünün ezilenleri de farklı biçimlerde kültürel tahakkümün “seyirlik nesnesi” haline getiriliyorsa?

Kapitalist sistem işçilerin yalnızca emeklerini değil, bilinçlerini, kimliklerini ve kültürlerini de sömürür. İşçi sınıfı yalnızca alınteriyle değil, aynı zamanda kültürel olarak da ezilir. Onun sesi duyulmaz, dili kaba sayılır, yaşamı sıradanlaştırılır. Filmlerde, dizilerde işçiler çoğu zaman ya saf, ya komik ya da şiddete meyilli biri olarak karşımıza çıkar. Sınıfsal bilinci olan işçi ise neredeyse hiç görülmez.

Kültürel tahakküm işçiyi egemen sınıfın merceğinden göstermeyi hedefler. Bu yüzden işçiler kendi hayatlarını anlatmaya çalıştığında “anlaşılmaz”, kendi örgütlülüklerini kurduklarında “tehlikeli” bulunurlar.

Bu tahakküm sadece aşağılamayla değil bazen de övgüyle kurulur. “Ne güzel, bizim halkımız, çok kanaatkâr, çok sabırlı” derler. Tıpkı “insanat bahçeleri”nde söylenenler gibi: “Ne kadar ilginçler, ne kadar doğallar…”

İşçi sınıfının ihtiyacının ise burjuvazi için “ilginç” ya da “kanaatkâr” olmak olmadığı açıktır. İşçi sınıfının ihtiyacı özne olabilmektir. Kendi adını, sözünü, rengini taşıyabilmektir.

İşçi sınıfı yalnızca ekonomik koşullarını iyileştirmek için mücadele etmemelidir. Bilinç olarak, kültürel olarak da egemen sınıftan bağımsızlaşmalıdır. Kendi kültürünü üretmeli, kendi sözünü çoğaltmalı, kendi hikâyesini anlatmalıdır.

Emeğin Kurtuluşu 56. Sayı, 16 Mayıs 2025