Yargı “darbe”si mi?

Elbette bu karar, iktidar partisi tarafından şekillendirilen yüksek yargı içinde bazı çatışma alanlarının bulunduğunu göstermektedir. Ancak çalışma ve yaşam koşullarımızın hiç olmadığı kadar kötüleştiği, ekonomik krizin bütün faturasının sırtımıza yıkıldığı bugünün Türkiye’sinde, bu kayıkçı döğüşünde taraf olarak elde edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. İşçi sınıfı kurulmaya çalışılan baskıcı zorba rejime karşı mücadelesini kendi gücüne dayanarak vermek zorundadır.

Tutuklu bulunan TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın tahliye edilmesi yönündeki Anayasa Mahkemesi kararının Yargıtay tarafından geçersiz kılınmasıyla, ülke kendini yeni bir yargı tartışmasının içinde buldu.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi Can Atalay’ın tahliye talebini reddetmekle kalmadı, kararı veren Anayasa Mahkemesi üyeleri ile ilgili olarak suç duyurusunda bulundu. Bu durum başta barolar ve ana muhalefet partisi olmak üzere birçok çevre tarafından anayasal düzene karşı darbe girişimi olarak tanımlandı.

İşçi sınıfı ve emekçiler tarihinin en büyük saldırıları ile karşı karşıya kalırken bir kez bile sokağı işaret edemeyen ana muhalefet partisi, halkı bu darbe girişimini bastırmaya çağırdı. Ancak yapıp yapabildiği mecliste nöbetleşe bir oturma eyleminden ötesi olmadı. Barolar kararı protesto etmek için eylemler gerçekleştirdiler. Değişik sendikalar açıklamalar yaptılar. Muhalif kanallarda “uzmanlar” bu tür durumlarda alışkın olunduğu üzere keskin nutuklar attılar.

Ülke yıllardır alışık olduğu bir tabloyu yeniden yaşadı. Burjuva hukuk kuralları için bile abesle iştigal kalan bu kararı AKP dönüp dolaştırıp kendi gündemine, yeni anayasa tartışmasına bağladı. Düzen muhalefetinin ekseninden bir türlü kopamayan toplumsal muhalefet güçleri ise bir anda kendini 12 Eylül ürünü faşist anayasayı savunur, onun kurumları arasında tercih yapar halde buldu.

Elbette hangi düzen mahkemesinin ne karar aldığından bağımsız olarak Can Atalay’ın tutuklu olmasının hiçbir meşruiyeti yok. İktidarın yıllardır korkusunu içinden atamadığı Gezi Direnişi’ne karşı intikamcı ruh haliyle Can Atalay da dahil onlarca insan keyfi bir biçimde cezaevlerinde tutuluyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin hem Can Atalay’ın hem de diğer tutukluların serbest bırakılması için mücadele etmeleri gerektiği açıktır. Ayrıca seçilmiş bir milletvekilinin keyfi bir biçimde tutukluluğun devam etmesinin tüm muhalif kesimler için bir mesaj olduğu da ortadadır.

Ancak işçi sınıfı ve emekçiler kendi demokratik haklarına da saldırı manasına gelen bu karara karşı bir mücadele yürüteceklerse, bunun yolu düzeninin şu veya bu kurumundan medet beklemek, onlar arasında bir tercihte bulunmak olamaz.

Bu ülkede mahkemeler yıllardır en olmaz kararlara imza atıyorlar. En temel hukuksal ilkeleri dahi hizmet ettikleri güçlerin çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda kolayca çiğniyorlar. Uzağa gitmeye gerek yok. Şimdi neredeyse demokrasinin bekçisi ilan edilecek olan Anayasa Mahkemesi, halkın haber alma özgürlüğüne ciddi sınırlamalar getiren sansür yasasını Can Atalay kararı ile aynı gün onayladı. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş verilen hak ihlalleri kararlarına rağmen cezaevinde tutuluyor. Binlerce siyasi tutsak azami tutukluluk süreci dolduğu halde fiilen serbest bırakılmıyor. Geçtiğimiz hafta içinde çıkan sözde “kentsel dönüşüm” yasası işçi sınıfı ve emekçilerin mülk edinme hakkını ellerinden alacak hükümler taşıyor. Binlerce iş davası, iş cinayeti davası, örtbas edilen mafya davaları, kadın cinayetlerine verilen indirimler vb., tüm bunlar bu ülkede yargı sisteminin mevcut sömürü düzeninin basit bir uzantısı olduğunu görmek için yeterlidir.

Elbette bu karar, iktidar partisi tarafından şekillendirilen yüksek yargı içinde bazı çatışma alanlarının bulunduğunu göstermektedir. Ancak çalışma ve yaşam koşullarımızın hiç olmadığı kadar kötüleştiği, ekonomik krizin bütün faturasının sırtımıza yıkıldığı bugünün Türkiye’sinde, bu kayıkçı döğüşünde taraf olarak elde edebileceğimiz hiçbir şey yoktur. İşçi sınıfı kurulmaya çalışılan baskıcı zorba rejime karşı mücadelesini kendi gücüne dayanarak vermek zorundadır.