Kapitalist sağlık politikaları sağlık hizmetini zenginlerin erişebildiği bir ayrıcalık haline getirir. Sağlıkta eşitlik ancak sağlık hizmetlerinin kâr amacıyla değil, toplumun ihtiyaçlarına göre düzenlenmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla köklü bir değişim insanı ve toplumu merkezine alan sosyalist bir sağlık anlayışıyla mümkündür.
Düzenden kaynaklı tüm kusurlarına, sınıfsal eşitsizliklerin yol açtığı tüm sorunlara rağmen sağlık sistemi geçmişte nispeten iyi bir durumdaydı. Doktorları, hemşireleri ve diğer sağlık çalışanlarıyla insanların güvenle başvurabildiği bir hizmet alanı olma işlevini yerine getirebiliyordu. Bugün ise sağlık sistemi öylesine bir çürümeyi yaşıyor ki, halkın güveni yerle bir olmuş durumda. Bu çürümenin en can yakıcı örneklerinden biri ise “yenidoğan çetesi” olayı oldu.
Yeni doğan bebekler için açılmış hastane odaları, masum yavruları “kâr” kalemi olarak gören fırsatçıların oyuncağı haline gelmiş durumda. Sağlık sektöründe özelleştirme, denetimsizlik ve kamu yararını gözetmeyen politikalar, yeni doğan bebeklerin sağlığını dahi riske atacak bir düzeye ulaştı. Oysa sağlık hizmeti, kâr amacı gütmeden tüm vatandaşların eşit şekilde yararlanabileceği bir insani haktır. Ancak özellikle son 20 yılda uygulanan özelleştirme ve kâr odaklı politikalar sektörü azgın bir rant alanına dönüştürdü.
AKP iktidara geldiği ilk andan itibaren “daha iyi hizmet” sunma vaadiyle özelleştirmelere hız verdi. Kamu hastaneleri yerine özel hastaneler teşvik edildi, sağlık meslek okulları mantar gibi çoğaldı. “Rekabet artarsa kalite de artar” anlayışı, halk sağlığını özel sektörün insafına terk etti. Böylece en temel insani haklardan biri alınıp satılan bir metaya dönüştürüldü. Daha fazla kâr güdüsünün yol açtığı rekabet içinde en son yenidoğan çeteleri örneğinde gördüğümüz gibi acımasız yapılar türedi. Bu yozlaşma içerisinde en savunmasız olanlarımız, bebeklerimiz dahi kurban seçildi. Bu çeteler denetim eksikliği ve cezasızlıktan cesaret buluyorlar kuşkusuz. Ancak esas boy verdikleri zemin çürüyen sistemin kendisidir.
Bu çürüme sadece hastane odalarında değil, sokaklarda, eczanelerde, okullarda da kendini gösteriyor. Kalitesiz eğitim ve kontrolsüz özelleştirmelerle inşa edilen düzen tüm halkın sağlığını tehdit ediyor. Sağlık meslek liseleri ve özel sağlık yüksekokulları düşük eğitim kalitesiyle birer diploma fabrikası adeta. Bu okullardan çıkan gençler, yeterli mesleki eğitim almadan hastanelere dağıtılıyor, ucuz iş gücü olarak kullanılıyor. Bilimsel temeli zayıf ve yetersiz eğitimlerle bu denli hassas bir alan kalifiye olmayan ellere bırakılmış durumda.
Özelleştirmenin başından itibaren iktidar “Vatandaşımıza en iyi sağlık hizmetini sunacağız”, “modern hastaneler kurduk” dedi. Ama bu hastaneler, ihtiyaç duyanın değil parası olanın erişebildiği yerler. Devlet, özel hastanelere teşvik verip kamu sağlık hizmetlerini ikinci plana atarken, aslında toplumun çoğunluğunu kapsamayan bir sistem kurmuş oldu. Kamu hastanelerindeki uzun bekleme süreleri, yoğunluk, malzeme ve personel eksiklikleri, insanları özel sağlık kuruluşlarına mecbur bıraktı. Sağlıkta özelleştirmenin kazandırdığı bir şey varsa, o da sağlık harcamalarını karşılayabilen sınırlı bir kesime sunulan “lüks hizmet” oldu. Peki ya diğerleri?
Bugün sağlık çalışanları, niteliksiz kadrolarla, düşük ücretlerle ve yoğun çalışma temposuyla baş etmeye çalışırken her gün daha fazla şiddete maruz kalıyor. Yetersiz sağlık hizmetlerinden bıkan halk, çareyi sağlık çalışanlarına yüklenmekte buluyor. Ancak bu şiddet ve stres dolu ortam, iktidarın sağlık politikalarının başarısızlığını örtmek için işine geliyor. Çünkü gerçek sorunlara değinmek, sistemin köklü bir değişikliğe ihtiyaç duyduğunu kabul etmek anlamına geliyor.
Çürümenin panzehiri sosyalizm!
Bu çürümeyi kırmanın yolu, kamusal yararı esas alan bir sağlık sistemini inşa etmekten geçiyor. Sağlık kâr için değil toplum yararı için olmak durumundadır. Bunun için de köklü bir değişim gerekiyor. Sağlık, bir ticari alan değil, toplumsal dayanışmanın en önemli alanlarından biridir. Bu alandaki her politika toplum sağlığını temel almalı, kâr yerine insanı ön planda tutmalıdır. Bu gerçekleşmeden toplum sağlığını korumanın ve bugün yaşanan çürümenin önüne geçmenin yolu yoktur.
Kapitalist düzenin mantığında ise sağlık hizmetleri bir hak değil, bir pazar alanıdır. Ve bu pazarın genişlemesi, her türlü etik değerin, kamusal sorumluluğun ve insani yaklaşımın ortadan kalkması pahasına gerçekleşmektedir. Kapitalist sağlık politikaları dün toplum sağlığını bir “maliyet” kalemi olarak görüyor ve bunu kısmaya çalışıyordu. Bugün ise doğrudan sermaye için bir “kâr” alanı haline gelmiş durumdadır. Buna karşı koymanın tek yolu, sağlık hizmetlerinin kapitalist mantığın dışına taşınmasından, onun sosyalist bir perspektifle ele alınmasından geçiyor.
Sağlık, herkesin eşit ve ücretsiz olarak yararlanabileceği kamusal bir hizmet olmalıdır. Sağlık hizmetlerinin kamulaştırılması bu alanın kâr amaçlı işletmelerin elinden alınmasını elbette gerektirir. Bugünkü yıkım ve çürümenin önüne geçmek için emekçiler bu taleple mücadele etmelidir. Ancak bu yeterli değildir. Herkese parasız, eşit ve kapsayıcı sağlık hizmeti ancak kâra dayalı kapitalist sistemin, dolayısıyla sınıfsal eşitsizliklerin aşılmasıyla mümkün olabilir.
Kapitalist sağlık politikaları sağlık hizmetini zenginlerin erişebildiği bir ayrıcalık haline getirir. Sağlıkta eşitlik ancak sağlık hizmetlerinin kâr amacıyla değil, toplumun ihtiyaçlarına göre düzenlenmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla köklü bir değişim insanı ve toplumu merkezine alan sosyalist bir sağlık anlayışıyla mümkündür.
Sarıgazi’den bir sağlık emekçisi